21. yüzyılın genç nesli aslında tembel değil

Genç nesli tembel ve sorumsuz olarak değerlendirenlere gerçekten genç birilerini tanıyıp tanımadıklarını sormak gerek. Çünkü mesaimiz bittikten sonra inatla çalışmaya devam edenler bizleriz.

Abi Wilkinson

 

Milenyumun genç nesli olarak bizlere modern zamanın en büyük başarısızlıklarından olduğumuz sık sık söyleniyor. Selfieler, birileriyle tanışmak için kullandığımız uygulamalar ve anlaşılması güç internet jargonumuzla yeni genç nesil olarak çoğunlukla sorumsuz ve tembel olarak nitelendiriliyoruz. Sebep olarak gösterdikleri şeyse sürekli ödüllendirildiğimiz bir kültürle yetiştirilmemiz ya da büyüklerimizin hiç de hoşlanmadığı, sosyal medyayla olan kırılması güç bağımız. Bu durumumuzun arkasında sıkça tükettiğimiz tarımsal ilaçlı gıdalar, dinlediğimiz hip hop şarkılardaki gizli mesajlar olduğuna dair daha da abartılmış, alışılmışın dışında teoriler de var tabii. Sebebi ne olursa olsun büyüklerimizin çoğu ortak olarak aynı şeyi düşünüyor: Yeni nesil olarak iyiye gitmiyoruz.

Geçmişe baktığımızda “yeni nesli iyi bulmama” durumunun çok da yeni bir durum olmadığını görebilirsiniz. 1904 yılında psikolog Granville Stanley genç nesil hakkında “aktif bir hayata en çok ihtiyaç olduğu sırada pasif uyaranların hakim olduğu” yorumunu yaparak uyarıda buluyor. Aynı şekilde 1843 yılında 7. Shaftbury Kontu konuyla ilgili Avam Kamarası’na yaptığı açıklamada çocukların ahlak seviyelerinin önceye göre on kat daha kötü olduğunu belirtiyor. Daha da eskiye gidersek 1771 yılında Town and Country dergisine yazılan bir mektupta bu “efemine ve kendini beğenmiş” neslin asla “Poitiers ve Agincourt’un kahramanlarının soyundan gelemeyeceği” belirtilerek yakınılıyor.

Birbirine benzeyen tüm bu şikayetlerin tek bir zaman perioduna ait olmaması çarpıcı bir durum. Hangi zaman aralığı olduğu fark etmeksizin yukarıdaki örneklerin ve benzerlerinin arasına milenyum ve sosyal medya gibi kelimeleri eklerseniz günümüz bir pazar gazetesinde okuyacağınız herhangi bir haberden farkı kalmayacaktır. Bu durum her ne kadar evrensel de olsa, dikkatimi çeken noktalardan birisi de anti-milenyum kişilerin sıkıntılarına ait detayların, kızdıkları ve hedef gösterdikleri gençlerden çok kendi duygu karmaşaları hakkında bir şeyler söylüyor olması.

Sabırsız ve talepkar mı?

“Motivasyonel konuşmacı ve yazar” Simon Sinek’in röportajına bakalım. 43 yaşındaki Sinek “milenyumlu” sayılabilmek için biraz yaşlı (Bu grup yaygın olarak 20 ile 37 yaşında olarak değerlendiriliyor). Ama kendi çocukluğunu takip eden yıllarda gelişen ebeveynlik teknikleri hakkında bazı vurucu fikirlere sahip (Kim bilir, belki de küçük afacan bir kardeşi vardır).

Sinek yeni nesille ilgili çoğunlukla bilindik klişelere değiniyor: Narsisizm, aşırı fakat oldukça kırılgan bir özgüven, sabırsızlık, bağlanma problemleri. Ancak benim en manidar bulduğum yorumları gençlerin çalışma alanlarındaki davranışları üzerine olanlar- özellikle de şu yorumu: “Çoğu genç her gün işten tam olarak 5’te ayrılıyor ve hafta sonları işle ilgili maillere ve aramalara bakmayı reddediyor.”

Keşke bu durum gerçek olsaydı. Benim sosyal çevremin bu durumu temsil etmiyor olması da bir olasılık olsa, tanıdığım insanlar arasında akşamları ve hafta sonları eve iş götürenlerin sayısı can sıkıcı derecede. Birisi ofisten zamanında çıkamadığı için iptal etmek ya da ertelemek zorunda kaldığım planların sayısını da çoktan unuttum.

Özellikle genç nesil olarak bizler, orta sınıf kariyerlerimizde “ödenmeyen fazla mesai” kültürüne maruz kalıyoruz. Barda çalıştığım zamanlarda iş verenimiz, kapanış saatinin ardından yaptığımız temizliği çalışma saatlerimizden saymayarak maaşımızdan keserdi. Saat bazlı çalışan birçok genç benzer deneyimler paylaştıklarını bildiriyor ve bu durumu bir sonraki vardiyalarını sıkıntıya sokmadan nasıl çözecekleri hakkında endişe duyuyorlar.

Ve bu durum gençlere özgü bir çalışma deneyimi, tabii ki – bizler istatiksel olarak zero-hours ya da freelance çalışmaya daha yatkınız. Sık sık iş değiştiren tanıdıklarımın çoğunun bu durumu isteyerek seçmediklerini bile bile Sinek’in sık sık iş değiştirmemizin sebebinin sabırsız ve talepkar oluşumuz olarak görmesi beni güldürüyor.

“Her altı ayda bir yeni bir sevgilin olursa ilişkideki sevginin keyfini gerçekten anlayabilir misin?” diye soruyor Sinek. “Bütün elinde olan süre altı ay. Derinden ve içten gelen bir sevgiyi her altı ayda bir sevgilini değiştirerek deneyimleyemezsin. Aynısı iş deneyimi için de geçerli.” Sözü edilen sevgili duygusal olarak hor gören, sosyal çevreden alıkoyan, sürekli ilgini talep eden ve sonunda da seni terk eden birisi olsaydı bu benzetme çok daha yerinde olabilirdi.

Dünya dönmeye devam ettikçe, daha yaşlı nesil, gençlerin kurulu sosyal normlara uymadığı konusunda şikayet etmeye devam edecek. Bence daha ilgi çekici soru bu normların gerçekten desteklenip desteklenmemesi gerektiği. Sözleşmelerimizde yazan saatler kadar çalışıyor ve saat 5 olduğunda kapıdan çıkıp gidiyorsak ne olabilir ki? O sözleşmelerin şartları, yıllar süren zorlu sendika mücadelelerin bir ürünü.

Ev ve iş yaşamı arasındaki çizgi giderek bulanıklaşırken, bizden öncekilerin emniyet altına alabilmek için çabaladığı iş haklarının gün geçtikçe kaybolmaması için daha çok direnmemiz gerekiyor. Demografik olarak özellikle düşük ücretli ve güvencesiz çalışanlar olarak biz milenyumlular, bu savaşın ön saflarında yer almalıyız. Kariyerimizin büyük bir kısmı önümüzde dururken ve emekliliğimiz henüz belirsizken, olanlara karşı gelme görevi en çok bize düşüyor. Muhtemelen pek gerçekçi bir istek olmayacak ama yine de isteyeceğim: Eski kuşaklardan küçük bir destek boşa gitmeyecektir. 

Kaynak: The Guardian

 

Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Nisan 2017 sayısında yayımlanmıştır.