90. Akademi Ödülleri seçkisi
Sinemanın en prestijli törenlerinden olan Oscar Ödülleri geride kalmışken adaylıklarıyla sezona damga vuran filmler hangileri oldu?
Alp Turgut (28)
Filmdoktoru.com
Politik doğruculuğun dozunun kaçtığı bir ödül sezonunda en iyi film ödülünü The Shape of Water alırken oyuncu dallarında da sürprizler olmadı. Biz de bu ay Oscar’a En İyi Film dalında aday olan tüm filmleri kendi sıralamamıza göre inceledik.
Dunkirk
Film ve yönetmen dahil olmak üzere 8 dalda Oscar adayı olan; kurgu, ses miksajı ve ses kurgusu dalında Oscar kazanan Dunkirk, adaylar arasındaki açık ara en iyi filmdi. Odak noktasına 2. Dünya Savaşı sırasında İngiliz ve müttefik kuvvetlerinin 26 Mayıs’tan 4 Haziran 1940’a kadarki Avrupa’dan tahliyesini sağlamak amaçlı yapılan savunma savaşı olan Dunkirk Muhaberesi’ni alan filmde Nolan, yine yapacağını yaparak seyirciyi inanılmaz bir deneyimin içine sokmayı bildi. Kısa süresiyle bütünlük hissi yaratmayı başaran Nolan’ın amacı savaşın herhangi bir yerinde gerçekleşen kopan kollar bacaklarla savaşın ne kadar vahşi bir yer olduğunu göstermek değildi. Nolan bize eğer savaşın ortasında siz olsaydınız beş duyu organınızla ulaşabileceğiniz kısımlarda nelere tanıklık edeceksiniz onu gösteriyordu. Bunu yaparken de her zamanki gibi normları yıkarak ana karaktere yer vermeyen Nolan, Hollywood filmlerinin yıllardır seyirciye aşıladığı savaş karakterlerinin vazgeçilmez kahraman ana karakter klişesini yerle bir ederek seyirciyi alışkanlıkların dışarısına çıkardı. Laf kalabalığı diyalog barındırmayan gerçekçi senaryosuyla öne çıkan filmde ana karakter seyircinin ta kendisi. Filmi ana karakterlerden arındırarak bu boşluğa seyirciyi yerleştiren Nolan sayesinde savaşı sanki siz yaşıyorsunuz. İnsanlar alışkanlıkların dışına çıkan şeylere alışmakta aşırı zorlanırlar ve başlarda kabul edemezler; işte sadece bu yüzden bile “Dunkirk” alışılması zaman alacak son derece yenilikçi ve gerçek bir başyapıt niteliğinde.
Phantom Thread
Paul Thomas Anderson’ın son harikası “Phantom Thread”, zengin alt metni ve harikulade oyuncu performanslarıyla iliklerinize kadar sinema hissiyle salondan ayrılacağınız yılın tam puanı hak eden nadir filmlerinden. Günümüzün en büyük sorunu anı yaşayamama sorunsalını metaforik bir dille seyirciye sunan Anderson, 1950 yıllarındaki ünlü bir terzinin gerçek aşkı tadarak anın tadını çıkarmaya alışmasını anlatıyor. Daniel Day-Lewis’in duruşundan bakışına kadar adeta işinin ehli bir terzi gibi hareket ettiği filmde efsane aktör yine muazzam bir performans sergiliyor. Yılın en iyi erkek oyuncu performansı olarak nitelendirebileceğim Day-Lewis, son rolüyle neden gelmiş geçmiş en iyi erkek oyuncu olduğunu bir kez daha kanıtlıyor. Vicky Krieps ve Lesley Manville’in de bir o kadar başarılı performanslar sergilediği filmde Day-Lewis’in canlandırdığı Woodcock, yemek masasında bile bir sonraki elbisesini tasarlayan, bunu yaparken geçmişte yaşadıklarını durmadan işine yansıtan ve annesinin saç telini göğsünden ayırmayan bir kişilik olarak karşımıza çıkıyor. Onun için sanatı her şeyden önce gelmekle beraber müşterilerini kaybetmeyi bir küfür gibi algılayan Woodcock’ın hayatındaki kadınlar onun için sadece bir ilham. Fakat Alma’nın hayatına girmesiyle yavaş yavaş tempoyu düşürmek zorunda kalan Woodcock, Alma’nın gizli kokteylleriyle ilk defa birine bu kadar muhtaç ve çaresiz hissederek bulunduğu anın farkına varmaya başlıyor. Bu gelişimi bir şiir gibi beyaz perdeye dokuyan yönetmen Anderson, Jonny Greenwood’un harikulade besteleriyle filmi bir anda epik bir aşk hikayesine döndürmeyi başarıyor. Anı yaşamaya başladıkça hayattan zevk almaya başlayan Woodcock’ın Alma’da bu cüreti bulması karakteri tamamlayan bir detay olarak resmen parlıyor. Sevgi ve emek temasına dokunan filmde bir yandan azmin ne kadar önemli olduğu vurgulanırken, diğer yandan hayatın paylaşıldıkça güzelleştiğinin işlemeleri dokunuyor. Kostüm tasarımında Oscar kazanan filmin; film, yönetmen, erkek oyuncu ve müzik dahil olmak üzere 6 dalda adaylığı bulunuyor.
Darkest Hour
Christopher Nolan’ın “Dunkirk” filminde ele aldığı olaylar sırasında İngiltere’de masa başında neler yaşandığını seyirciye sunan “Darkest Hour / En Karanlık Saat”, oyuncu performanslarından prodüksiyona her alanda üst düzey sinema keyfi sunmayı başaran bir film. Joe Wright’ın sürükleyici bir şekilde ekrana taşıdığı filmin odak noktasında tabii ki Gary Oldman ve Winston Churchill bulunuyor. Daha ilk dakikadan son dakikaya kadar kariyerinin en iyi performansını vererek Oscar’ı sonuna kadar hak eden Oldman’ın performansıyla film belki hiç çıkamayacağı üst noktalara çıkıyor. Makyaj ekibinin üstün işiyle rolünde kaybolan Oldman, Churchill’i tüm çocuksuluğu ve hiddetiyle seyirciye vererek farklı bir lider portresi çizmeyi başarıyor. Dünya tarihinin en önemli olaylarından biri olan Dunkirk harekatının karar aşamasının ne kadar zorluklarla ortaya konduğunu gördüğümüz filmde politik çıkarlar uğruna verilen kararların nasıl geri teptiğini ve yine aynı şekilde nasıl tehlikeli sonuçlara yol açtığını “En Karanlık Saat” hakkıyla veriyor. Soluk ve karanlık atmosferiyle seyirciye vermek istediği hissi tam anlamıyla yaşatan filmin tek zayıf yani ise Churchill’in eşi ve ailesiyle olan ilişkisine fazla yer verilmemesi. Bu da doğal olarak ana karakteri fazla tanıyamamamıza sebebiyet veriyor. Yine de Churchill’in eşiyle olan diyalogları filmin en güzel yanları olmakla beraber tarihi kişiliğinin kariyerinde eşinin ne kadar emeği olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz. Buna ek olarak, Churchill’in en zor karar anında bir anda metroya dalarak halkla yüz yüze konuştuğu sahneyi fazlasıyla beğendiğimi belirtmeliyim. Karakteri büyük politik figür sıfatından sıyırarak insani özelliklerini ortaya koyan bu sahne oldukça etkileyici olmakla beraber bir devlet oluşumunda halkın etkisinin ne kadar büyük olduğunu da gösteriyor. Öte yandan, makyaj ve erkek oyuncu dallarında Oscar alan 6 dalda Oscar adayı filmin prodüksiyon ve kostüm tasarımları da bir o kadar başarılı ve üst düzey. Yılın en iyi filmlerinden biri olan “En Karanlık Saat”, Gary Oldman’ın bu zamana kadar hak ettiği tüm Oscar’ları telafi ediyor.
Get Out
Irkçılık üzerine birbirine benzer filmleri izlediğimiz şu zamanlarda En İyi Özgün Senaryo dalında Oscar alan, film ve yönetmen dahil 4 dalda Oscar adayı “Get Out / Kapan”ın yer gerçekten çok farklı kalıyor. Irkçı olmadığını belirtmesine rağmen ten rengi ve millet üzerine genellemeli sorularla karşısındakini bayıltan beyazları mizahi ve oldukça orijinal bir dille eleştiri odağına alan “Kapan”, zekice işlenmiş kurgusuyla yılın en özgün filmlerinden biri. Siyahilerin vücutlarının daha atletik ve gelişmiş olması veya sporda beyazlara nazaran daha başarılı işlere imza atmış olmaları gibi iltifatlarla aslında yine ırkçılık yapıldığının altını çizen Jordan Peele, bu davranışın onları iyi hissettirmediğini belirtiyor. Siyahilerin her şeyden önce herkes gibi insan olduklarını ve insanların bu tarz sorularla onları kabul etmek yerine yine ayrı bıraktıklarını mizahi bir yolla bize sunan Peele, aslında eleştirinin ucunu tüm milletlere aynı davranışı sergileyen insanlara doğrultuyor.
gibi siz de izlerken şaşkınlığınızı gizleyemediğiniz filmde yönetmen Peele, tansiyonu o kadar iyi ayarlıyor ki filmi soluksuz izliyorsunuz. Filmde açıkçası Edgar Wright havası sezmek mümkün. Filmi izlerken zaman zaman “Hot Fuzz / Sıkı Aynasızlar” aklıma geldi. Filmin oyuncu kadrosu oldukça başarılı bir şekilde seçilmiş. Başroldeki Daniel Kaluuya rolü için biçilmiş kaftan olmakla beraber yan oyuncular aynı şekilde rollerinin gerektirdiği performansları başarıyla yerine getiriyorlar. “Kapan”, aslında bu kadar az bütçeyle ve bu kadar işlenen bir konuyla uğraşıldığı takdirde fazlasıyla orijinal bir film ortaya yapılabileceğinin canlı bir kanıtı. Gözünüzü bir an bile ayırmamanızı sağlayacak sürükleyici olay örgüsü ve gizemli atmosferiyle modern korku türünün en iyi örneklerinden biri. Finaliyle her ne kadar klişe bir sona imza atsa da seyirciyi tatmin ettiği bir gerçek.
Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
Frances McDormand’a En İyi Kadın Oyuncu, Sam Rockwell’e de En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülü getiren; film ve senaryo dahil 7 dalda Oscar adayı “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri / Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri”, sadece yönetmenin değil yılın da en iyi filmlerinden biri olarak listelere giriyor. Film birkaç ay önce tecavüz edilip öldürülen kızının katillerini hala arıyan bir annenin Missouri çıkışındaki üç panoya astırdığı hesap soran panoların etrafında dönüyor. Yılın en güçlü performanslarından birini sergileyen McDormand tarafından canlandırılan Mildred Hayes’in adalet arayışına ortak olduğumuz hikayenin hedefinde ABD’deki adalet sisteminin açıkları bulunuyor. Kanıt olgusunun oldukça yüksek yerlerde tutulduğuna dikkat çeken filmde insanların ne kadar kolay bir şekilde suç işleyebileceğini görüyoruz. İnsan haklarının ne kadar korkunç bir şekilde ihlal edildiği bu düzende McDonagh, bir tecavüzcünün tecavüzcü olabilmesi için şahsın neden bu suçu ülke içinde işlemesi gerektiğinin cevaplarını arıyor. ABD’nin Irak, Afganistan ve Suriye’de ilerlettiği politikaların ülke içinde işlediği suçlardan farksız olduğunu ileri süren filmin cesur tavrı gerçekten takdire şayan. Martin McDonagh’ın fazlasıyla doğal ve sürükleyici bir şekilde kaleme aldığı senaryoda yasal hakların bile devlet tarafından korunmadığı ve azınlıklara karşı yapılan aşırı polis şiddetinin yarattığı sonuçları mizahi bir şekilde ekrana yansıtıyor. İnsan haklarını korumak uğruna yaratılan yasaların insan haklarını nasıl ihlal ettiğini gösteren yönetmenin defalarca işlenen bu tarz bu konuları bu kadar özgün bir şekilde sayfalara dökmesi filmin neden yılın en iyilerinden biri olduğunun özeti niteliğinde. Rockwell’ın performansıyla parladığı filmde ırkçı bir anneye sahip olan polis memuru Jason karakterinin zamanla değişen adalet anlayışı gerçekten yüreğinize işliyor. “Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri”, aslında sistemin yanlışlıklarını kah orta yaşlı birinin 19 yaşında bir sevgilisi olması, kah bir cücenin insanlar tarafından nasıl küçümsenmesi, kah suç işlemek için yasal açıkların net bir şekilde ortada olduğunu gösteren örnekler üzerinden anlatan yılın en iyi filmlerinden biri.
The Post
Film ve kadın oyuncu dallarında sadece 2 dalda Oscar adaylığı kaparak kendini Oscar yarışına dahil etmeyi başaran “The Post”, özellikle başroldeki Tom Hanks ve Meryl Streep’in harikulade performanslarıyla öne çıkan basın özgürlüğüne ve ABD politika tarihine dair yapılmış yılın en başarılı filmlerinden biri. Steven Spielberg’in ustaca çektiği filmin teknik açıdan başarısı su götürmez bir gerçek. Sanat yönetiminden görüntü yönetimine kadar her şeyin en ince ayrıntısına kadar dönemini yansıttığı filmde Streep ve Hanks’in restoranda kesintisiz konuştuğu o sahne tek kelimeyle inanılmaz. Nixon’ın başkan olduğu ve basını susturmaya çalıştığı yılları konu alan “The Post”, Washington Post’un cesur duruşuyla nasıl ABD tarihine yön verdiğini konu alıyor. Post’un sahibi Key Graham’ın kadın olması nedeniyle erkekler tarafından nasıl sindirilmeye çalışıldığını seyirciye sunan filmde Graham’ın erkek hegemonyasını delerek çığır açması fazlasıyla etkileyici. 2 sene önce En İyi Film’i kazanan “Spotlight”’ın aksine anlatmak istediğini çarpıcı ve sürükleyici bir şekilde anlatarak bir sonuca bağlayan filmin günümüzde yaşananlara bu kadar benzer olması filmi daha özel kılıyor. Streep’in yine harika bir performans sergileyerek kendini gösterdiği filmde Spielberg, neden usta bir yönetmen olduğunu bir kez daha seyirciye kanıtlıyor. Öte yandan, konusu itibarıyla sınırlı kalan filmi özel bir film olarak tanımlamak ne yazık ki zor. Filmde yaşanan olaylardan sonra yaşananları anlatan 1976 yılındaki “All the President’s Men” filminin En İyi Film ödülünü aldığını düşünürsek “The Post”un neden çok da özel olmadığını anlayabiliriz.
The Shape of Water
Film ve yönetmen dahil 4 dalda Oscar alarak bu yılın politik doğruculuk lideri Guillermo del Toro’nun yeni filmi “The Shape of Water / Aşkın Gücü” ne yazık ki son zamanların en zayıf kazananlarından biri. Çünkü karşımızda gücünü klişeleşmiş Spielberg formüllerinden alan, Oscar almak için belli formüller kullanan samimiyetsiz tipik bir Hollywood filmi bulunuyor ve eğer benim gibi siz de “Pan’s Labyrinth / Pan’ın Labirenti”ni (2006) beğenenlerdenseniz “Aşkın Gücü” ne yazık ki sizi tatmin etmeyecek. Oscar’a özel belirli formülleri kullanarak ilgi çekmeye çalışan filmde yem olarak tasvir edilebilecek her şey mevcut. Cinsel tercihinin hikayeye hiçbir katkısı bulunmayan bir eşcinsel karakter, temizlik işlerini yapan Afrika ve Meksika (Trump döneminde yaşananlar vb.) uyruklu hizmetçiler, ırkçılık yapan homofobik beyaz bir garson, nedensiz yere dünya dışı varlığı öldürmek isteyen ve sınıf ayrımcılığı yapan beyaz bir asker, eski Hollywood müzikallerine yapılan göndermeler, Soğuk Savaş dönemi ve seyirciyi tatmin etme amacıyla hazırlanmış fazlasıyla tahmin edilebilir bir olay örgüsü ve son. Akıl sınırlarını zorlayan dev gibi odayı suyla dolduran küvet sahnesinden bahsetmiyorum bile. Filmi tek başına değerlendirdiğimizde aslında oldukça güzel bir iyi hisset filmi olduğu görülüyor. Üstüne üstlük teknik açıdan da oldukça güzel bir şekilde kotarılmış; fakat filmin seyircide uyandırdığı “biz bu filmi bir yerden izledik” hissi yer yer ağırlıkla hissedildiği gibi bir yerden sonra Spielberg’in “E.T. the Extra-Terrestrial” (1982) başyapıtını akıllara getiriyor. Karakter ilişkileri bakımından da Hans Christian Andersen’ın ikonikleşmiş masalı “Küçük Deniz Kızı”nı (1837) referans alan film, kısaca özgünlükten oldukça uzak. Bu yüzden “Aşkın Gücü”yle “Pan’ın Labirenti” arasında dünya kadar fark olduğunu söyleyebiliriz. Filmin öne çıkan tarafları ise seyircide bıraktığı mutlu hissin yanında Sally Hawkins’le Richard Jenkins’in performansları. Hawkins’in dilsiz bir hizmetçiyi oynadığı filmde Hawkins, fazlasıyla doğal ve güçlü bir performans sergilerken Jenkins ise sınırları zorlayarak karakterine farklı bir hava katmayı başarmış. Öte yandan, Michael Shannon ve Octavia Spencer’ın performansları da oldukça başarılı ama Shannon yine aynı Shannon, Spencer da aynı Spencer. O yüzden ne yazık ki pek yorum yapamayacağım. “Aşkın Gücü” Oscar’larda adını çokça söz ettirecek bir yapım olmakla beraber Del Toro’nun da 2006’dan beri yaptığı en başarılı film belki, ama klişe hikayesiyle sinema tarihine damga vurmaktan epey uzak.
Lady Bird
Film, yönetmen, kadın oyuncu, yardımcı kadın oyuncu ve özgün senaryo dallarında Oscar adaylığı kapan “Lady Bird”, 2002 yılında geçmesine rağmen Trump sonrası avantajlarını oldukça güzel bir şekilde kullanarak Hollywood’da kendine özel bir yer edinmeyi başaran yılın tartışmalı filmlerinden biri. “Me Too” hareketi kapsamında kadın taciz vakalarının protesto edildiği şu zamanlarda kadın yönetmenlerin ödüllere aday edilmemesini eleştirenler sayesinde bir anda kendini Oscar’larda bulan film, yönetmen Greta Gerwig’e Oscar adaylığı kazandırdı. Amerika’da büyüyen üniversite çağına gelmiş genç bir kızın yaşadığı zorlukları seyirciye gerçekçi bir şekilde aktarması ve Amerikalı izleyecilerin çok aşina olduğu bir tabloyu ortaya koyması sebebiyle filmin neden bu kadar beğenildiğini anlamak hiç de zor değil. Özellikle çocuklarının farklı eyaletlere gitmesini istemeyen ebeveynleri eleştiren filmin politik duruşu da Cumhuriyetçileri eleştiren monologlarla oldukça belli. Aynı “The Shape of Water” gibi içerik olarak zamanının politik doğruculuk trendini uygulamaktan geri kalmayan filmde genç bir kadının büyüme çağı zorluklarını izlerken bir yandan anne kız ilişkilerine, diğer yandan da tepkilerden dolayı cinsel kimliğini saklamak zorunda kalan eşcinsel bir öğrencinin yaşadıklarını izleme şansı buluyoruz. Beyaz arkadaşları için göçmen arkadaşı Julie’ye başta yüz çeviren Lady Bird’in kimliğini bir yerden sonra Julie’de bulması yine Trump’ın göçmenlere karşı olan sert tutumunu eleştirir nitelikte. Değerlerine saygı duymayan sevgilisi Kyle’a karşı dik bir duruş sergileyerek kendi benliğini bulan Lady Bird, bir nevi Hollywood’un aradığı o genç kadın kahraman açığını dolduruyor. Öte yandan, düşük bütçesi ve kısıtlı imkanlarıyla Akademi üyelerinin radarından oylama sırasında çıkan filmin kendine Amerika sinemasında özel yer edinmeyi başarması gayet anlaşılır bir durum. Başroldeki Soirse Ronan’ın başarılı performansıyla öne çıkan film Gerwig’in bir sonraki filmleri açısından umut veriyor.
Call Me By Your Name
17 yaşındaki Elio’nun babasının arkadaşı Oliver’la olan ilişkisini konu alan “Call Me By Your Name / Beni Adınla Çağır”, “Brokeback Mountain / Brokeback Dağı”nın (2005) geçtiği 1960’lı yıllarda eşcinsel bireylerin yaşadığı zorlukların 1980’lerde ne kadar değiştiğini bizlere Richard Linklater’ın “Before” (1995-2013) serisi gibi sunan sıradan bir filmin ötesine gidemiyor. Fazlasıyla tahmin edilebilir ısmarlama sonuyla şaşırtmayan “Beni Adınla Çağır”ın seyirciye oynadığı her sahnede biraz daha belli oluyor. Düşündükçe kafalarda bazı sorgulamalara yol açan filmin dokunulmazlığı ise karakterleri ele alış biçiminden kaynaklı. Yönetmen Luca Gudagnino’nun cinsellikten çok karakterler arasındaki duyguya önem verdiği film için Vladimir Nabokov’un meşhur eseri “Lolita”nın modern bir uyarlaması olduğunu söylemek çok da yanlış olmaz. Filmin finalinin uyarlandığı Andre Aciman’ın aynı adlı romanına göre daha farklı olduğunu söylemek gerek. Buna rağmen farklı ülkelere gitmek zorunda kalan karakterlerin aralarındaki aşkın gidişatının da Linklater’ın Before serisini andırdığını düşünüyorum. Bundan sonraki devam filmlerinin “bundan 10 yıl sonra” temasında olma ihtimali çok yüksek. Zaten kitabı okuyanlarından da bileceği gibi roman ikilinin son karşılaşmasından 15 ve 20 yıl sonraki karşılaşmalarını da okuyucuya sunarak bitiyor. İkili arasındaki yakınlaşmayı aynı bir günlük gibi izleyiciye yansıttığı için karakter gelişiminde eksik kalan yönetmenin olayları kendini keşfeden bir çocuğun gözünden anlatması filmin öne çıkan özelliklerinden. Bu yüzden büyük ilgi gören filmin kesintisiz jenerik bölümü oldukça dikkat çekici.
Bunda tabii “Interstellar / Yıldızlararası” filminin genç oyuncusu Timothée Chalamet’in katkısı büyük.
Armie Hammer’la kıyaslandığında kendini gösterebilmeyi başaran Chalamet, genç yaşına rağmen oldukça başarılı bir performans sergiliyor. Hammer ise yine bildiğimiz Hammer olarak yeterince farklılık yaratmamasına ek olarak yapısı ve yaşı itibarıyla de Chalamet’in yanında fazlasıyla olgun duruyor. “Beni Adınla Çağır” bu yüzden işlediği konu itibariyle cüretkar ve tartışmaya açık bir film. Kitaptaki karakterler arasındaki yaş farkının oldukça az olmasına rağmen Gudagnino’nun başrole 31 yaşındaki Hammer’ı seçmesi bence ne yazık ki doğru bir tercih değil. Burada daha çok Gudagnino’nun geçmişte yaşadıklarının ve düşündüklerinin bir yansıması söz konusu. Bu da filmi “ilk aşk” teması altında derin bir yere koyamıyor. “İlk aşk” adı altında İtalya dönüşü evlenmek planları yaparak kendini düşünen bencil bir yetişkinin genç bir çocuğu duygusal anlamda kullanması gerçekten üzücü ve yürek parçalıyor. Anlatmak istediği bu olmasına rağmen filmin fanatikleri tarafından aşk filmi altında değer gördüğü için yeterince iyi anlaşılamayan, film ve erkek oyuncu dahil 4 dalda Oscar adayı olan film, Oscar’larda En İyi Uyarlama Senaryo’yu kazandı.
Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Mart 2018 sayısında yayımlanmıştır.