Bir zamanların fındık kralı şimdilerde ise ekranların tanınan siması: Türkiye

Türk dizileri son 10-15 yıllık periyotta öylesine büyüdü ki şu an Osmanlı’dan bile daha büyük bir coğrafyaya hükmediyor. Bu başarının altında yatanlar, sektörün geleceği, yapılan bazı hatalar ve tüm yönleriyle dizi sektörümüzün yurt dışındaki etkileri…

Can Elmas (22)

Öğrenci

 

 

Ülkemiz geçtiğimiz yıllarda çok zor günler geçirdi. Gündelik yaşantıyı bile etkilemeye başlayan, halkın içine kapanmasına sebep olan bu olaylar hepimiz için kabustu. Kalabalık yerlerden uzak durmaya çalışmak, meydanlara giderken birkaç defa düşünmek, sosyal etkinliklere katılmamak çok acıydı. Ancak ne güzel ki bu korkunç günleri bir şekilde atlattık.

Güçlü tarihsel kökleri olan ve çok uzun zamandır bir millet olabilmeyi başarmış bu topraklarda yaşayan insanlar için bu sorunları atlatmak bir şekilde mümkündü.

Biz bir şekilde yolunu bulup kötü günleri atlatabiliyoruz ama etkilerini atlatabilmek o kadar kolay olmuyor. Bahsettiğim etkiler yurt dışı kaynaklı olanlar. Yabancıların gözünde Türkiye, bizim kaygı duyduğumuz günlerden bile daha tehlikeli bir ülke. Burada yabancıların ön yargılarından ziyade sürekli Türkiye’yi terör olayları ile duymalarından kaynaklanan korkunç bir durumla karşı karşıyayız. Sürekli okurlarımız hatırlayacaktır ki Anadolu Efes’in Valencia maçı için yazdığım yazıda kamu diplomasisine ne kadar ihtiyacımız olduğunu vurgulamıştım. Yabancılara derdimizi anlatmak için halklarıyla birebir iletişime girmek için sporu kullanmamız gerektiğini söylemiştim. Bu konularda çok geride kaldığımızı düşünüyorum ama çok iyi yaptığımız bazı şeylerin olmadığını da söyleyemem.

Türkler doğal olarak lider olduğu sektörlerin dışında ilk defa bir sektörde yüzlerce ülkenin önüne geçmiş bulunmakta. Fındık lideri Türkiye şu an Amerika’nın ardından dizi piyasasının da lideri haline geldi. Kamu diplomasisi diyoruz ya, ülke tanıtımı diyoruz ya, dizi sektöründeki bu inanılmaz başarı kamu diplomasisi açısından müthiş fırsatlar yaratıyor. Ülkenin tanıtımını, gerçek kimliğimizin yabancılara gösterimi ve ülke konumlandırmamız için dizi piyasasına önemli görevler düşüyor. Dizilerimiz pek çok açıdan görevlerini çok iyi yerine getiriyor. Hatta öyle ki Türk dizilerinin gösterildiği ülkelerden insanlarla tanıştığımızda bize karşı ön yargının çok az olduğunu ve sosyal yaşantımızın daha yakından tanındığını görebiliyorsunuz.

İlk defa yurt dışında olduğum zamanlarda Almanlarla, Hollandalılarla karşılaştığımda onların abuk sorularının art niyetli olduğunu düşünürdüm ancak daha sonra anladım ki bu abuk sorular, ön yargıların ve yanlış bilgilendirilmelerinin eseriymiş. Bu insanlar gerçekten Türkiye hakkında hiçbir şey bilmiyorlar ama bildiklerini zannediyorlarmış. 2 çocuklu bir Türk ailesinin normal olmadığını, bizim elit Türkler olduğumuzu zanneden bu insanlara bir şey izah edebilmek benim için hiç kolay değildi. Ancak daha sonra Doğu Avrupalı ve Balkanlı arkadaşlarımın sorularına tanıklık etmeye başladım. Bu sorular kültürel yapımızla ilgili değildi. Aile ilişkilerimizi kavrayabiliyorlardı. İstanbul’a gittiğinde başörtüsü takmaları gerekmediğini biliyorlardı.

Soruları salt bir cahillik üzerine kurulmamıştı. Ön yargının yerine keşfetme arzusu ile soru soruyorlardı. Bu durumu sorgulamaya başladığımda anladım ki bu insanlar Türk dizilerini izliyorlardı. Sosyal yaşantımızı dizilerin gösterdiği biçimde algılayabilmişlerdi.

Türk dizilerinin en önemli etkisini onların gözünde gördüm. Türkiye düşmanlığı yerine Türkiye merakı tüm kalplerini sarmıştı. Kendi dünyalarında ne kadar büyük işler yapıp ülkeyi tüm ön yargılara rağmen sevdirmeyi başarabilmişler, Türkiye hakkında merak uyandırabilmişler. İşte bu ayki dosyamda bu muhteşem başarıyı anlatacağım.

Türkiye’de dizilerin gelişimi

İlk Türk dizileri tek kanallı dönemde, 70’li yıllarda ortaya çıktı. 1974’te Değirmen, Aşk-ı Memnu, Sinekli Bakkal, Beş Hikaye gibi Türk klasiklerinden uyarlama olan diziler dönemin önemli sinema yıldızlarıyla güçlü kadrolara sahipti. Ancak bu hikayeler uzun süreli dizilere dönüştürülebilecek şekilde senaryolaştırılamamıştı. En uzunu 4-5 bölüm süren bu dizilerin aksine Kaynanalar dizisi inanılmaz bir başarıyla Türk televizyonlarının efsaneleri arasına girdi. 1997’ye kadar sürecek Nuri Kantar ve ailesinin komik hikayesi Türk dizilerinin öz güven kazanması için önemli bir adımdı. Uzun süre Türk televizyonları yabancı dizileri satın alıp Türkçe seslendirme yoluyla devam ettiği yayın anlayışını zamanla Kaynanalar gibi örneklerin başarısıyla değiştirmek zorunda kaldı.

Özellikle özel kanalların açılmaya başlanmasıyla müthiş bir rekabet başladı. Cem Uzan’ın inanılmaz bütçelerle dizi dünyasına el atmaya başlamasıyla ve Turgut Özal’ın liberalleşme tutkusuyla rekabet zirveye çıktığı gibi senaristlerin de özgürleşmesini sağlamıştır. Televizyonlara da yansımış senaristlerin elini bağlayan devlet baskısı, devlet kanalının yayın öncelikleri ortadan kalkmaya başlaması bu durumun en temel sebebiydi. Bu zamana kadar hiç işlenmeyen gündelik sorunlar Yeşilçam’da olduğu gibi televizyon ekranlarına da yansımaya başladı. Köyden kente göç, gelir adaletsizliği, büyük şehir sorunları, kültürel değişimler Süper Baba benzeri dizilerle anlatılmaya başlandı.

Senaryoların geçirdiği evrimi inceleyecek olursak liberal politikaların özelleşmenin belli konulardaki ağır zararlarının yanı sıra dizi dünyamızda nasıl bir olumlu etki yaptığını rahatlıkla görebiliriz. İşte bugünlerde ilk defa diziler gerçek hayatımızı yansıtmaya ve mesaj vermeye başladılar. Bunun paralelinde ilk dizilerimizi incelediğimizde bugünlerde en revaçta tür olan aksiyondan itinayla kaçınıldığı göze çarpar. Evet, ilk dizilerimizin yapımcıları ekonomik maliyetlerden ve yetersiz teknolojiden ötürü aksiyon dizilerinden kaçınmışlar. 1990’lı yılların sonunda Sıcak Saatler isimli Mehmet Aslantuğ’un başrolünde oynadığı dizi gerçek anlamda ilk aksiyon dizisi sayılabilir. Bu diziyle birlikte televizyonda bir aksiyon furyası ortaya çıkacak, Deli Yürek efsanesinin başlamasıyla da Türk televizyonları bugünkü şeklini bulmaya başlayacaktır. Deli Yürek ile birlikte televizyon dünyası tam anlamıyla değişti. Bunu söylüyorum çünkü Türk dizileri ilk kez bu dizi sayesinde yurt dışına açılmaya başladı.

İhracat yapmaya başlıyoruz

Osman Sınav yapımı olan Deli Yürek’in tesadüfi olarak Kazakistan’a pazarlanması bu alandaki ilk başarımızdı. Başka ülkelere dizi pazarlayan Latin Amerikalı Calinos Holding Türkiye’nin çok izlenen bu fenomen dizisini bugüne göre komik fiyatlarla bölüm başı sadece 30 dolara satın aldı ve hikaye başladı. Kazakistan’da gündelik hayatı aksatacak şekilde dizinin fenomen olmaya başlaması, öğrencilerin belli saatlerde derse girmeye reddetmesi gibi çılgınlıklar Türk yapımcıların ve pazarlamacılarının iştahını kabarttı.

Kazakistan’da patlama yaratan dizi, Türk yapımcıların adeta Amerika kıtasını keşfeden Kolomb’u gören diğer denizciler gibi öne atılmaya başlamalarına sebep oldu. Bu sektörün sadece Türkiye’den ibaret olmadığını fark ettiler ve çantalarını koltuklarının altına alıp tüm dünyayı gezmeye satış yapmaya başladılar.

2007 yılında Deli Yürek’in başarısının çok üstüne çıtayı yükselten dizi bir yalı dizisi olan Gümüş oldu. İçerdiği unsurlar bakımından birden çok yabancı ülke tarafından ilginç bulundu ve satın alındı. Arap dünyasında fenomen haline gelen dizi ilk kez Bulgaristan’a satışın yapılmasıyla batıya doğru kültürel sınırlarımızı genişletti. Final bölümü 85 milyon kişi tarafından izlendi.

Mihenk taşları

Dizi sektörünün ihracat fazlası yapan az sayıdaki sektörlerimizden birine dönüşme süreci Gümüş’ün verdiği öz güvenle hareket edilmesiyle olmuştur. Öyle ki Binbir Gece sadece Arap dünyası ve Balkanlarla yetinmeyip Güney Amerika’ya bile açılmayı başarabilmiştir. Hatta Şili’de öylesine sevilmiş ki Onur ve Şehrazat ismi çocuklara konulmaya başlanmış, çok reyting alan prime time programlarda Onur’un meşhur 150 bin dolar sahnesiyle dalga geçilmiştir. Binbir Gece’nin Atlantik ötesine geçmesiyle sektör artık kültürel bağlarının olmadığı yerlerde bile pazar yaratabilmeyi başarmış oldu.

Muhteşem Yüzyıl ise pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da zirveyi ve hedefleri değiştirdi; adını saydığım veya saymadığım satılan pek çok dizinin çok çok üstüne çıkarak 500 milyon kişiye yakın bir izleyici kitlesine ulaştı. Bugün pek çok Türk arkadaşımız deneyimledi ki Avrupa’da pek çok yaşlı Muhteşem Yüzyıl’dan hayranlıkla bahsediyor. Tarihi yanlışlıklar yaptığı, senaryo uğruna tarihi gerçekleri çarpıttığı gibi iddialar ve tespitlerle Türkiye’de sürekli eleştirilen bu dizi aslında Türk tarihine inanılmaz bir ilgi yarattı ve hem içerde hem dışarda Osmanlı tarihi popülerleşti.

Ne kadar sert eleştiriler yapsak da bunu dizilerin önünü kesmek için değil onları belli bir rayda tutmak için yapmalıyız. Bir şekilde Muhteşem Yüzyıl’ın önü kesilseydi yaptığı bazı hatalardan dolayı bu dizinin yapımı durdurulsaydı bugün bu başarı hangi dizi aracılığıyla yapılabilirdi bunu düşünmek lazım.

Hayatın içinde Türk dizileri

Genelde ilk kez tanıştığım yabancılara ismimin okunuşundan dolayı bir açıklama yapmam gerekiyor çünkü Can isminin yazılışını görmüşlerse bana Kan olarak hitap ediyorlar. Ya da tam tersi önce ismimi duymuşlarsa beni sosyal medyada Jean olarak aratıyorlar ve bulamıyorlar. Bir gün ismimi daha önce okumuş bir posta görevlisi ile konuşurken telaffuzunu söylediğimde bana “Aa Ezel’in oğlunun ismi gibi” dedi. Yanlış anladığımı zannedip Ezel’in kim olduğunu sorduğumda Ezel dizisinden bahsettiğini öğrendim. Ezel hakkında konuşmaya başladığımızda en sevdiği karakterin Senor Ramiz olduğunu söylemesiyle içimi garip bir duygu kapladı. Hem Senor Ramiz demesi komiğime gitmişti hem de Ezel’in adeta bir Türk ile konuşulan ortak bir konu gibi olmasını garipsemiştim. Ezel’i neden bu kadar çok sevdiğini ve nerede izlediğini sorduğumda Arjantinli olduğunu öğrendim: “Amerikan dizilerinden daha çok Türk dizilerini seviyorum çünkü Türklerin çok başka bir kültürü var. Amerikan kültürü çok basit kalıyor. Aile ilişkileriniz bize daha çok benziyor” dedi.

Daha başka bir anım ise kalabalık bir arkadaş grubunda bir arkadaşımız yaşadığı bir sorunu anlatırken Slovakyalı bir arkadaşım kulağıma eğilip “Bu da Senor Adnan gibi hiçbir şeyden haberi yok” demesiyle irkildim. Türkiye’de miyim aslında Türkçe mi konuşuyoruz diye bir an düşündüm.

Beni çok eğlendiren bu iki örneğin haricinde ciddi ciddi Dualingo’dan Türkçe aktiviteleri çözen, ülkesinde Türkçe kurslarının artmaya başladığını söyleyen pek çok kişiye de rastladım. Ne dersiniz Osmanlı’nın Türkçe öğretemediği Balkanlar’da diziler sayesinde Türkçe yaygınlaşır mı?

Neden bu kadar çok seviliyorlar?

Postane çalışanının dediğine bakarsak çoğu ülkeyle daha benzer aile ilişkilerine sahibiz ve bu yüzden karakterlerin benimsenmesi daha kolay oluyor. Sinemadaki Katarsis kuramı izleyicinin kendi hayatından izler bulması ve karakterlerle empati duymasının kolaylaşması bizim dizilerimizde daha mümkün oluyor.

Bunun yanı sıra Araplar için özellikle Arap kadınları için Türk kadınının dizilerdeki gücü büyük bir hayranlık uyandırıyor. Yapılan araştırmalara göre Müslüman kadınların sosyal yaşantıda bu kadar güçlü olabilmesi Arap kadınlarını cezbediyor. Kültürel bağlarımız olan diğer ülkelerde ise çok önemli bir unsur olarak İstanbul göze çarpıyor. Şehir özellikle Balkanlarda ve Arap dünyasında çok merak ediliyor bu yüzden yapımcılar İstanbul’da geçmeyen dizilere sıcak bakmıyorlar.

Yakın dönem Türk dizileri

Büyük başarılardan bahsetmişken birkaç sene içinde çekilmiş dizilerden bahsetmedim. İçerde, Vatanım Sensin, Fi, Çukur gibi son dönemlerin popüler dizileri çok yakından takip ediliyor. Hatta Türk dizileriyle ilgili yayın yapan pek çok YouTube kanalı mevcut. Magazin haberlerinde yeni başlayacak dizilerin anonsları özellikle benim takip ettiğim Latin ülkelerde çok olağan bir olaya dönüşmüş durumda. Çukur’un altyazılı veya dublajlı halini bulamayan Latinlerin sinirlenmeye başlaması ve bununla ilgili yorumlar yazmaları çok keyifli. İçerde ile ilgili haberlerin altında Çağatay Ulusoy’a aşkını itiraf eden yorumları okumak da bir o kadar eğlenceli. Belki yıllardır hayalini kurduğumuz dünya çapında bir aktör, dizilerimiz sayesinde ortaya çıkacak. Hollywood, kitlesi olan oyuncuları mutlaka bir yerde değerlendirmek isteyecektir diye düşünüyorum.

Çok uçtum galiba biraz ayaklarımı yere basayım

Bizim en kötü özelliklerimizden biri de şüphesiz çok acımasızca yerebildiğimiz gibi inanılmaz şekilde de övebilmemiz. Türk dizilerinin başarısı her ne kadar iştahımızı kabartsa da bunun gelip geçici olmasını engelleyebilmemiz için daha çok çalışmalıyız. Bir dönem Amerika’ya bile sıçramış Latin pembe dizileri şu an kalmadığı gibi Türk dizilerinin de dikkatli olunmazsa sonu gelebilir. Senaryoların özgünleşmesi, devletin dizilerin önüne koyduğu bazı engelleri hafifletmesi ve mevcut desteğini artırması çok önemli. Ayrıca sinema televizyon bölümlerinde senaryo ve dizi çekimleri ilgili derslerin daha fazla üzerinde durulması bana önemli bir gereklilik gibi geliyor. Uzun metraj filmleri öğreniyoruz ama ekmeği diziden yiyoruz. Uzun metrajda daha bu başarıyı sağlayamadık, gelin diziye el atalım demeden geçemeyeceğim.

Ülke konumlandırması ve Çukur

Gelelim işin bizi doğrudan ilgilendiren tarafına yani “ülke konumlandırması”na. Türkiye’nin kendisini yurtdışına nasıl pazarlaması gerektiğini burada ben söyleyemem ancak dizilerin sayesinde çeşitli ihracatların yapılabileceğini söyleyebilirim. Mesela Türk Mutfağına büyük bir ilgi uyandırılabilir. Sofralarımızın zenginliğini çeşitli karakterler ve sahneler aracılığıyla vurgulayabiliriz. Mafya filmleri dahil her İtalyan filminde İtalyan mutfağının ön plana çıkarılması tesadüf değil. Ayrıca İstanbul’un dışında başka şehirlerin deniz turizminin canlı olduğu yerleri gösterebiliriz. Kışın çekildiği için hiçbir popüler dizimiz bu bölgelerin tanıtımını yapamıyor ama bir Amerikan filmi, Bodrum diye çöl sahnesi çekebiliyor…

Ülkemiz, başlangıçta dediğim gibi güvenli bir ülke olmayı da göz önüne alarak başlı başına bir medeniyet olduğunu Avrupalılardan günlük yaşantıda farklı olmadığı ama İslam ve diğer kültürel özellikleri ile bambaşka bir geçmişi olduğunu göstermesi gerekiyor. İstanbul’un, Paris’in aşk şehri olarak konumlandırılması gibi bir bağlamda konumlandırılıp yurtdışına pazarlanması gerekiyor.

Paris demişken çok içerlendiğim bir konuya da değinmeden edemeyeceğim. Çukur dizisini hem yabancıların merakı hem de arkadaşlarımın ısrarıyla izlemeye başladım. Baba’nın uyarlaması olması, karakterlerin ve bazı sahnelerin orjinalliğinin tartışılır olmasının dışında diziyi genel havası itibarıyla izlemeye değer buldum. Ancak daha birinci bölümde gördüm ki ana karakter Yamaç sevgilisinin hayali Paris’te evlenme teklifi almakmış diye çok değerli gitarını satıp bir sürpriz hazırladı. Sevgilisini alıp Paris’e giden Yamaç’la birlikte dizi Paris turuna dönüşünce çok sinirlendim. Üstüne Yamaç Fransızca konuşup kız arkadaşına evlenme teklif edince bu kadar da olmaz dedim. Bir Türk dizisinin Paris’in aşk şehri algısına yardım etmeye çalışmasının ne anlamı vardır? Tamam, Fransa’nın Çukur’un desteğine ihtiyacı yok ama Türkiye’nin Çukur’un desteğine ihtiyacı var. Neden Sena, Peri Bacaları’nda bir balonun üstünde evlenme teklifi almak istemiyor da Paris diyor ben anlamadım. Evet, biliyorum gerçekte de pek çok insan Paris’i hayal eder ama Türkiye yabancıların karşısında 15-20 dakikasını neden Paris’e harcansın? Ayrıca Fransızca konuşan romantik erkek saçmalığı da nereden çıktı? Latinlere Araplara Türkçeyi özendirmeye çalışmaktan bahsederken biz Fransızcaya özeniyoruz, ana karakterimiz Fransızca bilmesiyle önem kazanıyor. Etkilemeye çalıştığımız Arapların pek çoğu Fransızcayı inanılmaz derecede iyi bilirken biz kimi Fransızca konuşarak etkileyeceğiz?

Bunun yanı sıra sağ olsunlar, haklarını yemeyelim Sena ile Yamaç İstanbul boğazını da bir güzel gezdiler. Paris kadar olmasa da İstanbul’da da aşk yaşanıyormuş görmüş olduk ancak dizinin 12 bölümünde sadece 5-10 dakikadan ibaretti. Onun haricinde malumunuz İstanbul, Medellin benzeri bir mahalleye sıkışmış durumda. Kolombiyalı arkadaşlarımın başka insanlara “Kolombiya eskisi gibi değil. Narcos’a bakmayın siz, o günlerden sonra çok ilerledik” diye dert anlatmaya uğraştığı bir dönemde biz kendi elimizle İstanbul’un tehlikeli yerlerine odaklanmış bir dizi ihraç etmeye çalışıyoruz. Tamam İstanbul’da tehlikeli, suç oranlarının yüksek olduğu yerler var bunlar özgürce senaryolaştırılabilir ama bunu yaparken unutulmaması gereken 2 şey var. Birincisi İstanbul’da polis diye bir şey var. Burası falanca ülkenin gettolarına benzemiyor. Türkiye’deki mafya devletle tarih boyunca çatışacak kadar güçlenmedi. Burası Latin Amerika ülkelerine hiç ama hiç benzemiyor. Sadece rahatça aksiyon sahnesi çekebilmek için sanki polis ülkede hiçbir şeye karışamıyormuş gibi hava yaratmak ne kadar gerçekleri ifade ediyor?

İkincisi İstanbul’un harika yerlerinin çoğunlukta olduğunu da göz ardı etmemek lazım. Bunları göstermek bunlarla beraber bir harman yapabilmek diziyi daha orijinal bir hale getirmez mi? Eğer gerçekçilikten bu kadar uzaklaşmak, İstanbul’dan bir Medellin çıkarmak istiyorsanız. Bence daha da ileri gidin Gotham City çıkarın. Süper kahraman dizileri çekmeye başlamış olalım. Bu sayede kamu diplomasisindeki tek kurşunumuzu da kendi bacağımıza atmamış oluruz herkes bunların bir hayal ürünü olduğundan emin olur…

Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Şubat 2018 sayısında yayımlanmıştır.