Distopik, klostrofobik, kaotik ama estetik bir başyapıt: Blade Runner
Bilim kurgu sinemasını baştan yazan 1982 yılına ait Blade Runner efsanesinin türünde yarattığı devrim niteliğindeki yenilikleri günümüz filmlerinde hala görmek mümkün. Fakat filmin asıl kendini bulması Scott’ın yıllar sonra bize sunduğu Final Kurgusu’yla gerçekleşti.
Alp Turgut Filmdoktoru.com
Bilim kurgu sinemasında farklı bir dönemin başlangıcı
Philip K. Dick’in 1968 yılında kaleme aldığı “Androidler Elektrikli Koyunlar Düşler Mi?” adlı eserinden sinemaya uyarlanan Blade Runner’ın vizyona girdiği ilk yıllarda aldığı eleştiriler çok da parlak değildi. Türün kurallarını yıkarak adeta bilim kurgu sinemasının diğer örneklerine kafa tutan filmin aşırı karanlık tonu ve geleceği tasvir ediş biçimi oldukça kafa karıştırmış. Distopik geleceği resmediş biçimiyle kendinden sonraki bilim kurgu filmlerine ilham kaynağı olan Blade Runner, aynı şarap misali yıllandıkça değer kazanmaya devam ediyor. Sadece bilim kurgu türünde değil aynı zamanda film noir türünün de en iyi örneklerinden biri olan efsane filmin başlarda edindiği kült statüsünün zamanla yerini başyapıta bıraktığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Peki Blade Runner’ı ve yarattığı atmosferi bu kadar özel kılan neydi?
Blade Runner’ın karanlık atmosferinde kuşkusuz kaotik yapılış sürecinin katkısı büyük. Senaryolaştırma sürecinin sürekli el değiştirdiği filmin yönetmenlik koltuğuna Ridley Scott’ın gelmesi filme bambaşka bir hava katmış. Yakın zamanda başka bir başyapıt olan Alien / Yaratık’ı (1979) çekmiş olması sebebiyle türe hakim olan Scott’ın hemen ardından kardeşi Frank Scott’ı genç yaşta kanserden kaybetmiş olmasının verdiği hüznün Scott üzerinde yarattığı etki Blade Runner’ın kasvetli tonunu açıklar nitelikte. Bir nevi ünlü yönetmenin iç dünyasının dışa vurumunu izlediğimiz filmde insan olmanın ne demek olduğu oldukça derin bir şekilde ele alınıyor. Hayatın anlamının ne olduğunun sorgulandığı filmde Scott, yaşam ile ölüm arasında gidip gelerek insanı insan yapan özelliğin anılardan ibaret olduğunu seyirciye farklı bir yapıyla aktarıyor. Replicant olarak sunulan androidlerin anılara sahip oldukça gelişen kıskançlık, öfke, korku ve tabii “sevgi” gibi duygularla insanlaştıkça nasıl zarar gördüklerini ve sonucunda çevreye zarar verdiklerini izleme şansı buluyoruz. Kitapta olduğu gibi oldukça değerli bir konuya değinen Scott’ın seyircide uyandırmak istediği asıl duyarlılık ise kuşkusuz sempatiyle empati arasındaki ciddi fark.
İnsanlığın sempatiden çok empatiye olan ihtiyacı
Sadece insanlığa yarar sağlamak amacıyla üretilmelerine rağmen gittikçe insanlaşan replicant’ların aslında tek bir isteği var; o da 4 yıllık yaşam sürelerini uzatabilmek. Bunun için yaratıcısına ulaşmaya çalışan Nexus 6’ların lideri Roy’un (Rutger Hauer) hikayesinin Mary Shelley’nin başyapıtı “Frankenstein Ya Da Modern Prometheus”u (1818) hatırlattığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ridley Scott’ın Alien serisindeki yaratılış temasını göz önünde bulundurursak bunun çok da şaşırtıcı olmadığını görebiliriz. Aynı Prometheus’un insanı yaratıp ardından ateşi çalması gibi Nexus 6’ları yarattıktan sonra onlara anılar veren Dr. Eldon Tyrell’in (Joe Turkel) Olimpos Dağı’nı andıran tapınağında Roy’la yüzleştiği sahne tam bir mitoloji referansı niteliğinde. Fakat ölüm ile yaşam arasında kalan düşünceleriyle Scott’ın filmde seyirciye vermek istediği asıl şey insanların hayatında sempatiden çok empatinin önemi üzerine.
İşte bu noktada iki kavramı birbirinden ayırmak oldukça önemli. Scott, insanların birbirlerinin duygu ve düşüncelerini anlamak yerine yaşayabilmeleri takdirde aslında herkesin birbirleriyle nasıl uyum içerisinde olabileceğini melankolik sisli bir atmosfer içerisinden bizlere yolluyor. Filmde replicant testi olarak uygulanan “Voight Kampff Empati Testi”yle bu durumun sinyallerini veren Scott, kardeşinin ölümüyle neler yaşadığını tüm karanlığıyla beyaz perdeye işlemeyi başarıyor. Öte yandan, Harrison Ford’un harika performansıyla hayat bulan Deckard karakteri üzerinden insan olmanın ne demek olduğunu sorgulama şansı bulduğumuz filmde yeri geldiğinde replicantları gözünü kırpmadan devre dışı bırakan Deckard’ın replicant olduğunu bilmeyen Rachael’a (Sean Young) ne olduğunu açıkladığı sahnede işlenen sempatiden empatiye geçiş oldukça ince ve dokunaklı. Gözlerinde bir anda yaşlar beliren Rachael’in büyük hayal kırıklığıyla içindeki insan kırıntılarına ulaşabilen Deckard’ın zamanla ona karşı büyüyen ilgisiyle usta yönetmen, Virgilius’un dediği gibi sevginin her şeyi yenebileceğinin altını çiziyor. Aynı Roy’un replicant sevgilisi Pris’i (Daryl Hannah) kaybettikten sonra kendi yaşamına değer vermemeye başlaması gibi Rachael’in bir anda Deckard’ın hayatının anlamı konumuna gelmesi hiç şaşırtıcı değil. İşte bu noktada Scott, bizlere sevdiklerimizden geriye sadece anıların kaldığını ve bu anıların zaman içerisinde aynı replicantların süreleri gibi bizlerle beraber silineceğini Roy’un şu muhteşem cümlesiyle özetliyor: “Bütün bu anılar, zaman içinde yitip gidecek tıpkı yağmurdaki gözyaşları gibi…”
Felsefenin estetik bir şekilde hayat bulması
Fazla popülasyon nedeniyle hayvanların neslinin tükendiği bir dünyayı bizlere sunan Blade Runner’ın yenilikçi, futuristik ve kendine hayran bırakan sanat yönetimi filmi özel kılan en önemli unsurların başında geliyor. Yaratılan evrenin Vangelis’in çığır açan besteleriyle harmanlanması ise filmin neden bir sanat eseri olduğunun canlı bir kanıtı niteliğinde. Fakat bunların hepsinin filmin bu kadar harika bir armoniyle ilerlemesi karakterlerinin alt metninde ele alınan Nietzsche’nin “Böyle Söyledi Zerdüşt” (1891) adlı eserinde bahsettiği Üstinsan (Übermensch) modeliyle ilgisi büyük. Buradan da Blade Runner’ın neden Christopher Nolan’ın en sevdiği 10 filmden biri olduğunu anlamak mümkün. Her şeyi bir kenara bırakarak sevdiklerinin yaşam sürelerini uzatmak amacıyla ilerleyen Roy’un yaratıcısını öldürdüğü sahnede Nietzsche’nin meşhur “Tanrı öldü; ve onu öldüren biziz” cümlesinin resmedildiğini görüyoruz. Bedenen olmasa da insanlarda bıraktığımız anılar sayesinde bir şekilde yaşamaya devam ettiğimize dikkat çeken filmde Roy’un asıl amacının Deckard’ı öldürmek değil de tam tersine Deckard’ın yaşamasını sağlayarak Roy’la yaşadıklarının onda anı olarak bırakmak olduğunu görüyoruz. Deckard’da bıraktığı anılarla diğer replicantların da amacını yerine getirecek olan Roy’un finalde bıraktığı güvercin ise Scott’un seyirciye vermek istedği empatiyle gelen huzurun metaforu olarak hissediliyor. Filmde yapılan kibrit çöpünden adam, tavuk ve unicorn (tek boynuzlu at) metaforları da filmin alt metnini destekleyen sembolizmlerin başında geliyor.
Blade Runner’ın 25 yıl sonra çekilen devam filmi Blade Runner 2049, bu ay seyirciyle buluşuyor. Ridley Scott’ın yapımcılığını üstlendiği, Hans Zimmer’ın bestelerini yaptığı ve son yıllarda harika filmlere imza atan Denis Villeneuve’in yönettiği film umuyorum türüne yaptığı yepyeni katkılarla seyirciye aynı kalitede bir sinema keyfi yaşatacak.
Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Eylül 2017 sayısında yayımlandı.