Tüm nesiller arasında bir bağımlılığa dönüşen sosyal medya kullanım alışkanlıklarımızı gözden geçirdiğimizde birçok detay öne çıkıyor. Peki beğeni alma kaygısı hayatımızı nasıl etkiliyor? Tüm bunları başkaları için mi yapıyoruz?
ULMER AR-GE ve Bilişim Koordinatörü, Bahçeşehir Üniversitesi
Black Mirror dizisinin 3. sezon ilk bölümünü izlediyseniz şimdi okuyacaklarınıza bir nebze olsun aşinasınızdır. Eğer izlemediyseniz size tavsiyem bu yazıyı okuduktan sonra o bölümü izlemeniz olacaktır. Dizinin o bölümünde genel olarak insanların sosyal medya mecrası üzerinden yaşadıkları hayatlarına, kendilerini beğendirme ve beğeniler alma çabalarına, bu sayede puanlarını yükseltip belli bir statüye ulaşma amaçlarına, birbirlerinin hayatlarına özenmelerine, kıskançlıklarına ve son olarak da yaşadıkları sendromlara tanıklık ediyoruz.
Dizide her ne kadar sosyal medyanın kişilerin hayatını nasıl etkilediği ütopik bir boyutta anlatılsa da, bir derece günümüze ışık tutuyor diyebilirim. Brandwatch’tan edindiğim verilere göre dünya genelinde 3.03 milyar aktif sosyal medya kullanıcısı var (Başlıca kullandığımız sosyal medya platformlarının kullanıcı sayısı: Facebook: 2.07 milyar, Twitter: 330 milyon, Instagram: 800 milyon).
İnkar edemeyeceğimiz bir gerçek varsa o da sosyal medya platformlarının hayatımıza işlemiş olduğu. Hatta o kadar işledi ki ‘bağımlılık’ noktasına geldi. Şu an için ‘sosyal medya bağımlılığı’ ya da geniş anlamda ‘internet bağımlılığı’ bir bağımlılık kategorisi olarak literatürde yer almıyor ama birçok sosyoloji ve psikoloji alanındaki uzmanlar bu durumun bir bağımlılık çeşidi olarak literatürde yer alması için tartışmakta. Bu konu hakkında yüzlerce görüş, makale, araştırma bulabilirsiniz. Sosyal medya platformları kimine göre çok yararlı olsa da kimine göre durum gittikçe kötüleşiyor olabilir. Bu yüzden çoğu olguda olduğu gibi sosyal medyanın da karanlık ve aydınlık tarafı bulunmakta.
Hadi bi ‘like’ da benden
Hatırlar mısınız eskiden MSN Messenger platformunda dinlediğini göster özelliği vardı. İsterdik ki ruh halimizi bilsinler ya da o sıra hoşlandığımız bir kız varsa ona ithafen falan şarkılar açardık. Eskiden ayrıldığımız sevgilimizi ya da görüşmediğimiz birini “Ne yapıyor acaba, haberin var mı?” diye arkadaş çevremize sorardık, şimdi ise hayatımızda ‘stalk’lama kavramı var. Merak ettiğimiz kişileri kimseye sormadan araştırabiliyoruz. Yine MSN Messenger’da durumunuzu belirten yer vardı ve oraya yazılar yazardık. Canımızı sıkan bir durum mu oldu? Birine bir laf mı söylemek istiyoruz? Oradan yazdığımız yazıyı birileri üstüne alınsın, sayfamızdaki herkes görsün, ne hissettiğimi bilsin isterdik. Şimdi yine birileri üstüne alınsın diye başka platformlardan paylaştığınız şarkılar, yazdığınız yazılar olmuyor mu? Argo ve samimi bir ifadeyle bu durum hakkında şu söylenir: “Bak abicim buradan lafı bi koyuyorsun, hop oradakine kapak oluyor.” Kusura bakmayın ama gerçek bu. Birçoğumuz bunu yaptı ve hala yapmaya devam ediyor. Yazımda paylaşmak için sosyal medya hakkında etkileyeci, güzel bir söz arıyordum, arama sonucunda ikinci sırada bu çıktı: “En beğenilen kapak sözler: Sosyal medya paylaşımları için kapak sözler…” Varsın gerisini siz düşünün.
Bir fotoğrafınızı yüklemeden önce aynı fotoğraftan kaç kare çekiliyorsunuz? “Aa bu olmamış bir daha çek” diyor musunuz ? Ya da çektikleriniz arasından en güzelini seçip üstüne bir de filtre uyguluyor musunuz? Belki de hiç filtre uygulamayıp #nofilter hashtag’i koyarız değil mi? Çünkü o fotoğrafın bize getirisi olan ‘like’ sayısı ya da ortadaki kalbe kaç kere basıldığı bizim için önemli. Baktık ki beğenmeler az hemen sorgulamaya başlıyoruz. Hayret daha önce en az 80 beğeni alan benzer paylaşım bu sefer 60 beğenide kaldı. Arkadaşlarımıza soruyoruz “Niye beğenmedin?” diye. Bazen de paylaştıktan sonra en sevimli halimize bürünüp çevremize bir serzenişte bulunuyoruz; “Arkadaşlar fotoğrafımı beğenin.” Bu durumu sadece fotoğraf paylaşımı olarak düşünmeyin; bir tweet, bir video ya da paylaştığınız herhangi bir şey için de geçerli.
Kimlerin beğendiğini, kimlerin bizi takip ettiğini, kimlerin takipten çıkardığını, kimlerin gizlice sosyal medya hesaplarımıza baktığını önemsiyoruz. Bizi takip edenlere o gün üzerimize giydiğimiz kıyafetimizin, yeni saç şeklimizin, yeni aldığımız bir şeyin nasıl olduğunu soruyoruz. Eleştiri gelince bozuluyoruz, kızıyoruz ve zaman zaman kabullenemiyoruz. O durumda ne yapıyoruz, çok basit bir işlem: ‘unfollow’. Ruh halimizi, bindiğimiz otomobili, yediğimiz yemeği, gezdiğimiz yerleri, kıyafetlerimizi herkes görsün istiyoruz. Diyebilirsiniz ki benim hesaplarım sadece çevreme açık. Bahsettiğim durumlar açısından çok da değişen birşey yok, kaç kere aynı fotoğraftan çekildiğinizi bir kez daha düşünün isterseniz. Beğenilmek için abuk sabuk şeyler yapabiliyor, saçma sapan videolar çekebiliyoruz. Sırf takipçi artsın diye girmediğimiz kılık kalmıyor. Organik olmasa bile parayla takipçi, beğeni satın alma, paylaştığınız yazınızı, fotoğrafınızı, videonuzu öne taşıma imkanınız var. Artık kendi kendimizin reklamcısı, iletişimcisiyiz. Hepimiz birer markayız. Bu platformlarda ‘ben’ markasını yaratıyoruz. O platformlarda harika hayatlarımız var, her şey yolunda, hepimiz genel anlamda mutluyuz, hepimiz sevimli Pollyanna’yız. Şöyle düşünün; kafede oturmuş bir şeyler yiyor ve içiyorum ama aynı zamanda da keyifsiz bir halim var, yakın zamanda hasta olacak gibiyim. Arkadaşım yanıma geldi, nasılsın dediğinde aldığı cevap muhtemelen fena değil, hasta olacak gibiyim olurdu. Fakat Instagram’da ya da Facebook’ta paylaştığım bildiriye bakarsanız harikayımdır. Düşünceniz “Şuna bak ne güzel ben çalışıyorum adam kafede oturuyor, bir şeyler yiyor, hayat ona güzel” şeklinde olabilir.
Beğenilme, kabul edilme arzusu herkes tarafından istenen bir durumdur. Kendimizi birilerine kabul ettirmeye, beğendirme çabası içerisine gireriz. Beğenilmenin nesi kötü değil mi? Ama bazen bu durum öyle bir noktaya gelir ki sırf beğenilmek, onaylanmak ve bulunduğunuz ortamda yer tutabilmek için bizim olduğumuz veyahut olmak istediğimiz değil, tam tersine karşı tarafın istediği kişiliğe bürünürüz. Bizden daha iyi bir hayat yaşayan, daha zayıf, daha kaslı, daha güzel, daha zengin, daha havalı, daha hızlı otomobili olan, daha iyi cep telefonu olan kısacası bizim olmak istediğimiz ya da sahip olmak istediğimiz şeylere sahip olan kişilere özeniriz. Çoğu zaman da kıskanırız. Moralimiz bozulur, neden ben böyle olamıyorum, neden ben bunlara sahip değilim gibi kendimize sorular sormaya başlarız. Sorular iyice kafamızı kemirir ve dışarıya, çevreye karşı gerginleşebiliriz. Hepimizin içinde vardır böyle dürtüler. Çünkü doğal dürtülerdir bunlar. Beğenilmek, özenmek, istemek, arzulamak, sinirlenmek gibi doğal durumlar… Bunun sonucunda gerçek şu ki çoğu zaman kendimizi olduğumuz gibi değil olmak istediğimiz gibi göstermeye çalışıyoruz. 21 yaşındaki Avustralyalı sosyal medya fenomeni Essena O’Neill sosyal medyayı bıraktığını söylemişti. Bunun nedenini ise “Kendi değerimi aldığım beğenilerle ölçmeye ve sürekli kendimi diğer insanlarla kıyaslamaya başladım” diye açıklamıştı.
Özellikle Z kuşağı ve yeni jenerasyon olarak tabir edilen Alpha kuşağında görülüyor bu durumlar. Küçüklüğümüzü hatırlayalım; süper kahramanlara özenirdik, onlar gibi olmak isterdik. Rol modellerimiz olurdu. Çocuklar haksız değil çünkü teknolojiyle doğuyorlar ve onlarla büyüyorlar. İlgi gören kişileri gördükçe onlar da öyle olmak istiyor. Çocuklar, sosyal medya vasıtasıyla arkadaşları tarafından dalga geçilip zorbalığa maruz kalabiliyor. Burada paylaştıklarımızın yarın öbür gün karşınıza lehinize bir durumla çıkmayacağının garantisi yok. Bunların anlatılması gerektiğine inanıyorum. ‘Sosyal medya kullanımı’ hakkında eğrisini doğrusunu örneklerle anlatılan açık ve verimli bir ders olarak verilmesini öneriyorum.
Geçen haftalarda sahilde yürürken orta yaşlı biri benden fotoğrafını çekmemi istedi. Söylediklerim sadece çocuklar için değil, çünkü inanın kuşak farkı yok. Hatta fotoğrafını çekerken “Sen birkaç tane çek, ben beğendiğimi seçip öyle koyarım” diyerek beni uyardı. Fotoğrafını hangi mecraya koyacak orasını bilemem ama şunu biliyorum ki 7’den 70’e herkes bu mecralarda ve hatrı sayılır bir şekilde paylaşımlarına önem veriyor. Amerika’da Colorado Üniversitesi’nde yapılan araştırmaya göre 1946 ve 1964 yılları arası doğanlar yani Baby Boomers jenerasyonunun %82.3’ü en az bir sosyal medya platformuna üye ve haftada en az 27 saatlerini online olarak geçiriyorlar. It’s Complicated kitabının yazarı Dana Boyd’a göre artık “kendimizi, özümüzü gerçek hayatta sunuyor, sanal dünyada ise icat ediyoruz.” Bir diğer sorun olarak hemen hemen hepimizde ‘FOMO (fear of missing out)’ hastalığı baş göstermeye başladı. Yani bir şeyleri kaçırmaktan, haberdar olamamaktan, geri kalmaktan korkuyoruz. O yüzden devamlı hesaplarımızı kontrol ediyor ve sayfalarımızı yeniliyoruz. En son ne zaman Instagram’ını kontrol ettin? 3 gün, 1 saat ya da 5 dakika önce mi? Paylaşılanları kaçırmak istemiyoruz. Çünkü gerçek hayatımıza döndüğümüzde çoğu zaman artık sosyal medyada paylaşılanları konuşuyoruz. Arkadaşlarınızla gittiğiniz bir restoranda kaç defa telefonunuza bakıyorsunuz? Birlikte başkalarını ‘stalk’luyor musunuz?
Ben-sen-o
Ben bu platformlarda yer almıyorum diyebilirsiniz ya da bu yazdıkların çok saçma deyip eleştirebilirsiniz de ama o kadar çok insan tanıyorum ki kendi bu mecralarda bir hesabı olmasa bile arkadaşlarının hesabından girip meraklarını gideriyorlar. Hepimiz bu anlattığım durumlardayız demiyorum. Ama ne yazık ki birçoğumuz sanal platformların “Alice Harikalar Diyarında”sında geziniyor ve değişiyoruz. Bağımlı hale geliyoruz. Elimizden akıllı telefonları düşürmüyor ve sıklıkla sosyal medya hesaplarımızı yeniliyoruz. Unutmayın sigara içenlerin büyük kısmı “Aslında içmiyor olmayı tercih ederdim” derler. Yani sigara içmek kendi seçimleri değildir. Sigara içmek bir bağımlılıktır.
Sakın yanlış anlaşılmasın, ben sosyal medyaya karşı değilim. Tam tersine birçok platformu aktif bir şekilde kullanıyorum ve öz eleştiri yaptığımda farkına varıyorum ki zaman zaman yukarıda bahsettiğim durumların bazılarını yapmışım ve yaşamışım. Bunların hepsinin ötesinde, sosyal medya bir diğer taraftan çok fazla özgürlük verir. Olaylara tepkimizi koymamızı ve sesimizi duyurmamızı sağlar (tabii kısıtlanmadığı sürece). Sosyal medyanın gücü yadsınamaz. Arap Baharı’nı, Gezi Parkı’nı ya da toplum tarafından başlatılan imza kampanyalarını, hayvan hakları için, kadına şiddete hayır için yapılan güzel dayanışmaları düşünün. Taşları yerinden oynatabiliyoruz. Her ne kadar zaman zaman asparagas olsa da haberleri yakınen takip edebiliyoruz. İstediğimiz zaman, Facebook veya Twitter gibi bir platformdan bir mesaj oluşturup, dünyanın herhangi bir yerindeki herkes tarafından görülebilecek şekilde gönderebiliyoruz. Hep söylenen ‘iyiye kullanalım’ deyişi de enteresandır. Bunun da bir kıstası yoktur. Bana göre iyi gözüken başkasına göre kötü olabilir. Bunaldığınızı hissettiğinizde, sosyal medyanın sizi içten içe kendine hapsettiğini düşündüğünüzde ve yukarıdaki durumlardan biri ufak da olsa belirti göstermeye başladıysa biraz olsun ‘offline’ olup nefes almakta yarar var. Şu soruları arada sırada kendimize sormalıyız: “Cidden bu platformlarda ki ‘ben’ miyim ve paylaştıklarım benim istediklerim mi yoksa karşı tarafın beklediği mi?” diye.
Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Şubat 2018 sayısında yayımlanmıştır.