Lezzetli yemekleri ve tarihi atmosferiyle turistleri masalsı bir yolculuğa çıkaran Barcelona’da yepyeni bir kültürü öğrenirken şehir hayatının tadını çıkarmak da mümkün.

Selin Çelen (22)

Stajyer Doktor

 

 

 

Temmuz ayında Madrid’den Barcelona’ya giden otobüsün içinde, elimde aylardır özenle araştırıp hazırladığım seyahat notlarını tutuyordum. Madrid’in şaşırtıcı güzelliğinden sonra merakla görmeyi beklediğim Barcelona, gezdiğim ülkeler arasında tekrardan geleceğim şehirlerlerden biri olacaktı…

Kaldığım yer Casa Batllo yakınlarında olduğu için, gezmeye ilk buradan başladım. Gaudi’nin imzasını taşıyan yapı, Passeig De Gracia bulvarında tüm dikkatleri üzerine çekiyordu. Önünde uzunca bir kuyruk olduğu için şimdilik burayı geçip yürümeye koyuldum.

Çok geçmeden alışveriş merkezi ve mağazalarla kaplı bir meydana geldim: Placa DeCatalunya.

Hayal ettiğim Barcelona nerede diye içimden geçirirken yavaşça yaklaşıyordum. Elimdeki harita beni Barcelona Katedrali’ne getirdi. Şimdiden söylemeliyim ki Temmuz ayında çılgınca bir turist kalabalığı sizi bekliyor olacak.

Katedrale girmeden önce meydandaki müzik sesi dikkatimi çekmişti.Halka şeklinde birbileri etrafında dans eden, yaşları 60-70 arasında olan insanları seyretmeye koyuldum. Çalınan müziğin ezgisi ve insanların uyumu beni büyülemişti; bunun Katalanların geleneksel dansı olan La Sardana olduğunu sonradan öğrendim. Katedralin de içinde bulunduğu Barri Gotic (Gotik Mahalle), gezmeniz gereken en ünlü bölgelerden bir tanesi. Dar sokakların arasında Roma döneminin izlerinin hissederken eski Kraliyet sarayı olan Palau Reial Major’a girmek isteyebilirsiniz.Eğer Picasso’yu arıyorsanız, hemen yakındaki El Born’da karşınıza çıkacak olan müzesini gezmenizi öneririm.

Ve Barcelona’nın en ünlü caddesine gelmiştim: La Rambla. Barri Gotic’in 2 katı fazlasıturistin olduğu cadde, çift taraflı restoranlar, kafeler, hediyelik eşya satılan dükkanlarla dolu. Sık sık sokak sanatçılarına rastlamanız da mümkün.

Restoranların cadde üzerine çıkardığı masalarda Sangriasını yudumlayan insanları ve önlerinde paella adlı İspanyolların geleneksel yemeğini göreceksiniz. Paella özel pirinç ve sosu ile deniz mahsulleri, tavuk vb.çeşitli malzemelerle pişirilen bir yemek. Paella’nın esas ünlü olduğu bölge ise Valencia. Valencia’ya gittiğimde yapılışının püf noktalarını öğrendiğim bir İspanyol bana; içine konulan suyun bile bölgeden bölgeye lezzet değişikliğine katkısı olduğunu söylemişti ve orjinal paella’nın deniz ürünleriyle olduğunu eklemişti.

La Rambla’da öncelikle tüm restoranlar turistik olduğu için fiyatlar ona göre şekilleniyor. Ben de herhangi bir restorana oturup deniz ürünleriyle yapılmış olan paella yiyip yanında sangria içmiştim. Ancak sonradan konuştuğum diğer bir İspanyol arkadaşım bu restoranların hiç birinde yemememi söyledi. Asıl lezzetli paellalar turistik bölgelerden uzak,yerel semtlerdeki restoranlardaymış. Gerçekten çok haklıydı! Sangira’ya gelirsek, kırmızı şarap ve mevsim meyveleri ile hazırlanan bir içki. Sangira denemeden İspanya’dan ayrılmayın derim. Ancak marketlerde ve hediyelik dükkanlarda satılan şişelerdeki sangirayı almanızı tavsiye etmiyorum, çünkü taze meyvelerle hazırlanan ile şişedeki arasında çok büyük lezzet farkı var.

La Rambla’da alternatif bir şeyler yemek ve içmek için diğer tavsiyem elbette ki Mercat de La Boqueria. Günün her saati ağzına kadar insanla dolu, buna rağmen kesinlikle girin. Birbirinden güzel taze meyve suları, tropikal meyveler, deniz mahsülleri, atıştırmalık yemek yiyebileceğiniz standları içinde barındıran bir pazar. Ben her gittiğim ülkenin pazarlarını,marketlerini gezmeyi seviyorum. Yerel halkın günlük yaşantısını daha yakından tanıma fırsatı buluyorum. Çok farklı tadları deneyimleyebiliyorsunuz. Yalnız unutmadan Pazar günleri Mercat de La Boqueria kapalı oluyor.

Enerjimi topladıktan sonra, La Rambla caddesinin sonuna geliyorum. Merakla gün boyu görmeyi en çok beklediğim yapı önümde yükselen Kristof Kolomb için yapılan Mirador de Colon’du. Yıllar önce babam gitmiş ve gelmeden önce bana da kesinlikle görmemi önermişti.

Kısa bir kuyruktan sonra, Barcelona tüm ihtişamıyla gözlerimin önündeydi. Her zaman bir şehre en yüksek noktalarından birinden bakmaya bayılıyorum! Hatta çoğu zaman gezmeye bu noktalardan başlarım. Şehre kuş bakışı bakıp,ona göre gezeceğim bölgelerin planlarını yaparım.

Uzun bir süre yukarıda kalıp fotoğraf çektim.  Bir tarafımda marina Port Vell, kalabalığın eksilmediği La Rambla, Montjuic tepesi, uzaklarda görünen ve hala yapım aşamasında olan simge yapılardan biri Sagrada Familia…

Mirador de Colon’dan çıkmadan önce zemin katta bulunan minik bir şarap tadım yerinde oturup günün yorgunluğunu attım. İçtiğim şarabın tadına bayılmıştım!

Günün en güzel anı marinada kendini gösteriyordu. Kalabalık yavaştan azalmaya başlamıştı. Marinanın hemen girişine kurulan antika pazarına denk gelmiştim. Şahane eserler, plaklar, cam ürünleri, eski tabaklar,analog fotoğraf makineleri vardı. Sonrasında marinanın hemen içinde bir cafeye oturdum. Barcelona beni şaşırtmış ve büyülemişti. Üzerimde tatlı bir yorgunluk vardı.Şehrin diğer noktalarını keşfetmek için sabırsızlıkla diğer günleri bekliyordum.

Gaudi’nin imzası: Sagrada Familia ve Park Güell

Barcelona denilince,şehrin simgesi haline gelmiş olan Sagrada Familia akla gelir. Sagrada Familia’yı gezmek için önünde saatlerce kuyrukta beklemek istemiyorsanız,öncelikle internet üzerinden biletinizi almanızı öneririm. Böylelikle biletinizi alırken seçtiğiniz saatte geldiğinizde, gün içinde zamanınızı daha iyi değerlendirmiş oluyorsunuz.

Sabahın erken saatlerinde yürüyerek Sagrada Familia’ya varıyorum. Önümde tüm ihtişamıyla uzanan ve hala yapım aşamasında olan katedral vardı.

Her şey 1883 yılında bir önceki mimardan katedralin yapımını üstlenen Katalan mimar Antoni Gaudi ile başlıyor. Tüm bir ömrünün katedralde geçeceğini hissediyor gibiydi. Katedral 18 tane kuleye sahip. Kulelerin bir tanesi Hz.İsa’ya, biri Meryem Ana’ya adanmış. Ziyaret eden turistlerden ve gelen bağışlarla birlikte kulelerin yapımına devam edilmekte.

İçeri girdiğimde Gaudi’nin planladığı her türlü detayla birlikte bir ışık uyumunun ortasında buldum kendimi. Dallanan sütunların arasından içeriye giren gün ışığı eşliğinde bir süre yürüdüm.

Gaudi yaşadığı süre boyunca, yapının bitmeyeceğini biliyordu. Ancak her zaman ona hayat veren,arkasından gelen insanların ruhunun besleyeceğinin farkındaydı.

Sagrada Familia’dan sonraki durağım Park Güell oldu. Yine internet üzerinden biletimi almıştım.

Parkı gezmeye başladığımda geniş ve uzunca bir bank gördüm. Rengarenk seramik ve mozaiklerle kaplı,dalgalı şekildeki bu yapı turist kalabalığına çoktan teslim olmuştu. Arkanıza güzel bir Barcelona manzarası alıp fotoğraf çekilmek istiyorsanız, parkın açılış saatinde gelmenizi öneriyorum.

Park Güell’in öncesinde 60 tane evden meydana gelen bir site olarak yapılması planlansa da ancak 2 tane ev bitirilmiş. Sonradan da park halka açılmış. Park Güell’in içinde Gaudi’nin yaşadığı evi de ziyaret edebilirsiniz.

Barcelona’da Montjuic Tepesi’nde bulunan kale, Joan Miro Müzesi, Olimpiyat Alanı, Botanik Bahçesi, Tibidabo Tepesi, Barceloneta ve futbolla ilgileniyorsanız Camp Nou görülmesi gereken diğer yerler arasında. Barcelona, 3-4 günde gezilebilecek bir şehir değil. En az 1 haftanızı ayırmanız lazım.

Barcelona seyahatimden sonra İspanyolca öğrenmek istemiştim. Dönünce siz de çok özleyenlerdenseniz La Casa De Papel dizisini ve İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar’ın filmlerini izlemelisiniz.

Şimdiden iyi yolculuklar!

Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Mart 2018 sayısında yayımlanmıştır.