JR. by Campaign

İstanbul’da hayat var mı?

İstanbul’da hayat var mı?

Reklam sektörü sadece İstanbul’da mı var? Devir değişti ve artık fiziksel olarak ofiste var olmak zorunda değiliz.

Sena Hayta (27)

Sr. Copywriter

 

 

2 ay önce, ihtiyaç duyduğum es için hayatımda “ufak tefek” değişiklikler yapmaya karar verdim. Yaklaşık 6 senedir aralıksız çalıştım. Neyi sevdiğimi ve hayatımın sonuna kadar aynı işi yapmak isteyip istemediğime karar vermek için durmam gerektiğini hissettim. İstanbul’da 10 yıldır biriktirdiğim maddi manevi anılarımı toparladım (17 koli, 8 bavul, tonla duygu) ve Bodrum’a doğru yola koyuldum. 1 haftada karar verdim, 1 ayda toplandım şimdi ise bir ayı aşkın süredir burada yaşıyorum. “Ufak tefek” diyorum çünkü hiçbir şeyi gözde büyütmemek gerekiyor. Eğer bu mantıkla yola çıkarsan günler nasıl geçiyor, sen bile şaşırsın.

Beni en çok korkutan şeyler; işimi bırakmak, düzenli gelirimin olmaması, freelance iş bulamamak ve dünyanın en kalabalık şehirlerinden birini bırakıp, günde sadece bir avuç insanla karşılaşacağım bir yere gitmek oldu. Ama nedense zaman geçtikçe en korktuğum şeylerin yoksunluğunun beni asıl büyütecek şeyler olduğunu öğrendim ve öğrenmeye de devam ediyorum. Kimi burada 1 seneden fazla yaşayamayacağımı, alışamayacağımı söylerken, ki doğru da olabilir, kimi de “Yürü be Sena, kim tutar seni!” diyerekten yüreklendirdi beni. Destek çok önemli ve benim burada başarılı olmamı sağlayacak ilk destekler de anlayışlarından dolayı eski ajansım The Others Brand Experience Agency’den, toplanma sürecinde koliler arasında boğulurken gelip beni kurtaran arkadaşlarımdan ve benle aynı korkuları paylaşmalarına rağmen beni cesaretlendiren ailemden geldi.

Hayat değiştirmek kolay değil, biliyorum ancak İstanbul’da hayatın olduğunu kim söyledi? Su desem hep kesiliyordu, aktivite desem Facebook’ta katılacağım dediğim etkinliklerin yüzde 99’una gitmiyordum, arkadaşlar desem iki haftada bir zor görüşüyordum, iş desem yorgunluk tüm başarılarımdan daha ağır basıyordu. Bu yazıda İstanbul’da benim için şimdilik tükendiğini düşündüğüm hayatımı neden bırakıp gittiğimi anlattım. Yeni adımlar atmakta bizi en çok korkutan şeylerden, yani alışkanlıklarımızdan, konfor alanımızdan ve dayatılanlardan bahsettim. Özellikle hayatımızın şekillenmesini sağlayan iş, sosyal ilişkiler, yaptığımız aktiviteler, şehir hayatı ile ilgili aşağı yukarı çoğumuzun yaşadığı günlük sorunların beni neden buraya sürüklediğini açıkladım.

Giriş

Reklamcılık mezunu ve üzerine Pazarlama İletişimi Yüksek Lisansı yapmış biri olarak 1. sınıftan beri asla kurumsal bir şirkette çalışmayı düşünmedim. O kadar muntazam olabilir miydim, o hayatın keskin kuralları benim geyiklerimi kaldırır mıydı hiç emin olamadım. O yüzden çoğunluklu olarak ajans deneyimim oldu. Hatta bu yönde de butik ajanslar ile çalışmayı tercih ettim çünkü daha büyük ajanslarda, çaktırmadan toplantı odalarına yerleşmiş bir kurumsallık kokusu vardı hep. Samimi, aile gibi, konuştuğumda duvarla değil gerçekten patronumla konuşabileceğim hatta dertleşebileceğim, karşılarında ağladığımda kendimi güçsüz hissetmeyeceğim yerleri seçtim. Ancak reklam da dahil olmak üzere bazı sektörlerde bireysel hayatımıza göz diken birçok rutin olduğunu 28 yaşıma yaklaştıkça daha fazla hissetmeye başladım. Mesai saatleri, maaş artıkça artan stres ve psikolojik gerilim, kazandığını harcayamayacak kadar yoğun olmak, şehrin kazandıklarını basit yaşam gideriyle ay başında sömürmesi derken sorgulamaya başladım.

Sorgu

Kaçmak mı, yoksa yaşamak için sürekli koşturmak mı? Hep bu ikisi arasında kaldım. Kaçmak için henüz erken mi, yoksa kuyruğumu sistemin çarkına kıstırmadan önceki son aralık mı? Bir hesaplaşma yaşadım kendi içimde; “Neden buradayım? Neden bunu yapmak ZORUNDAYIM? Acaba zorunda mıyım? Acaba dayatılanları yaşayacak kadar çaresiz miyim?” Sonra şunu fark ettim; çaresizliği yaşatan da kendimiziz. Biz kendi mesleğimizin çeperlerine sıkışıp kalmışız. Özel insanlarız, parametreleri sürekli değişen bir sektörün içindeyiz. Klasik bir hayatı tercih etmediğimiz için yaratıcılığımıza sığınmışız ama yaratıcılığımız bizi esir alıyor kimi zaman. Bu his hangi kurumsal şirkette ya da hangi ajansta olursanız olun hep aynı ve dönem dönem ortaya çıkıyor. Kimsenin suçu yok, ekonominin ve ülkemizin hayat standartlarının suçu olduğu kadar. Yapı itibarıyla buna dayanamayan ben, bu kadar geniş çaplı bir sorunu masa başında nasıl çözeceğim? Harekete geçmem gerek diye düşündüm.

Kendimi çevremden daha çok sorgulayan bir insan olarak bu süreçte birçok kez sağlama yaptım. Sadece İstanbul’da mı hayat var?  Sadece İstanbul’da mı bulunuyor reklam sektörü? Çoğu ajans İstanbul’da, evet. Markalar, head quarter’lar hepsi İstanbul’da. Peki online olarak yaşayarak, yan yanayken bile birbirimize mail atarak, Skype toplantılarıyla diğer ilçedeki markaya bağlanan bizler neden ofiste fiziksel olarak var olmak zorundayız? Mesleğimiz illa ofiste masa başında oturunca mı geçerli. Sürekli gezerek para kazanan influencer’lardan daha mı aciziz? Hayır, değiliz. Sadece mesleğimizin başkaları tarafından belirlenen parametrelerine sıkışmış emekçileriz. Şu anda yurt dışında çalışanını yarı zamanlı ve evden/uzaktan çalışma yöntemiyle işe alan birçok işveren mevcut ve gün geçtikçe artıyor. Firmalar için de bu sistemin birçok artısı var. Türkiye’deki sektör buna devşirirse ben de belki bu sistem ile hayatımı kazanmaya devam edebilirim.

Hamle

Sektör bir yandan şehir diğer yandan beni çekiştiriyordu. Son zamanlarda bu çekiştirmeyi kaldıramamaya başlamıştım. Dayatılanların aksine diğer yolları düşünmeye karar verdim ve kaçmayı seçtim. Bodrum’u tercih ettim çünkü orada arkadaşlarım vardı, havası, doğası güzeldi ve yaklaşan yaz aylarında reklamcılık yönümü kullanabileceğim etkinlik alanları, oteller ve festivaller vardı. Diğer seçenekler yanında güneş gibi parlıyordu anlayacağınız. Freelance’in, evden çalışmanın, zamanını kendin ayarlamanın, güneşi yakalamanın, geceyi daha aktif ve çalışarak geçirmenin matematiğini yapmaya başladım kafamda. Bunca yıl markaların pazarlanmasına yardımcı olduğuma göre kendimi de pazarlayabilirim diye düşünerek işi bırakıp kendi yoluma bakmaya karar verdim. Freelance olarak reklamcılık yapacak olsam da, hobilerimi gerçek işe çevirme isteğim de bu kararda baskın oldu. Kendime boş zaman yaratıp neyi sevdiğimi bulacak, fiziksel ve psikolojik anlamda kendimi iyileştirecek ve hayatımı bu çekişmeden kurtaracaktım. Çünkü artık ben kendime zarar vermeye başlamıştım ve hiçbir sistem buna değmezdi.

Şimdiye kadar

Bu süreçten en büyük beklentimin, hiçbir beklentimin olmaması gerektiğini öğrendim. Tabii bunu anlamam da bir 15-20 günümü aldı. Geldikten sonra dinlenmeye alınan beyin, verdiğim kararlarla ilgili çekişmeler yaşamadı değil. Benim pes edeceğimi düşünen insanlar sıradaymış da bu anı bekliyormuşlar gibi hissettim. Ama önemli olan iyileşmekti, başarılı olmak değil. Kaybedecek hiçbir şeyim yok çünkü dursam bile yeniden yapacak gücü kazanmaya geldim. O yüzden ilk başta bahsettiğim tüm korkulara kulak tıkadım ve şimdi bu yolda yürüyorum. Bir ayda iki iş aldım ve Bodrum’da yazın artan iş olanakları için çalışmaya başladım. Geçmiş korkularımın beni etkilemesine izin verseydim, bunu bile deneyememiş ve başaramamış olacaktım.

Doğanın dengesini bile isteye bozan, sokakta bir tane bile ağaç bırakmayan, mesaiyi yasal kılan, aktivite yapmak için zaman bırakmayan sistem İstanbul’da yaşayan herkesin ruh ve beden sağlığını tehlikeye atıyor. İşten geç çık, spor yapmaya enerjin kalmasın. Hormonlu meyve sebzeleri ye, yemeğinde hiç tat olmasın. Hafta sonu nefes alacağım diye parka git, yanında  geçen ana yolda trafikten insanlar çatlasın, sen de onların egzozunu içine çek. İnşaat seslerine alışık vaziyette çalış ve hafta sonunu yine o seslerle geçir. Deniz kenarında çalışmana rağmen sürekli doldurulduğu için denizin d’sini göreme. Liste uzun, ben tabii ki sadece kötülerini saydım. Vapura bindiğinde karadan uzaklaşınca karşılaştığın manzara, tepelerden batan müthiş güneş, milletleri birleştiren kaotik doku… Bunlar baki, özleyeceğim tabii ki.

Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Mart 2018 sayısında yayımlanmıştır.