Kuralları yıkan bir savaş filmi: DUNKIRK
Geçtiğimiz yıl, “Dunkirk” filmiyle Cannes Film Festivali’nin kapısından dönen Christopher Nolan’ın önümüzdeki günlerde Cannes’a yarışmacı olarak değil de konuk olarak katılması üzerine filme detaylı bir şekilde bakalım dedik.
Filmdoktoru.com
Bu sene 8-19 Mayıs tarihleri arasında 71. kere düzenlenecek olan Cannes Film Festivali çok önemli bir ismi konuk olarak ağırlayacağını açıkladı: Christopher Nolan. Stanley Kubrick’in başyapıtı “A Space Odyssey”i 70mm olarak seyirciye sunacak olan Nolan’ın bir ay önce üç Oscar kazanan başyapıtı “Dunkirk”le geçen seneki Cannes Film Festivali’nin kapısından döndüğünü düşününce belki de bu durumun usta yönetmenin geleceğine ışık tuttuğu söylenebilir. İşte bu yüzden Nolan’ın Cannes’a yarışmacı olarak değil de en azından konuk olarak katılmasının şerefine “Dunkirk”e detaylı bir şekilde bakalım dedik.
Sinema filmine çekilmiş, görsel efektlerden arındırılarak gücünü tamamen gerçek setlerden ve insanlardan alan, eski usül çekilerek seyircide film gibi bir film hissi yaratan bir filmi izlemenin ne yazık ki imkansıza yakın olduğu şu zamanlarda vizyona giren “Dunkirk” gerçekten sinemanın ne demek olduğunu kusursuz bir şekilde gösteren zamansız bir başyapıt niteliğinde. 70mm’lik IMAX ve 65mm’lik filmlere çekilerek tamamen beyazperdede görülmeyi amaçlamış film, Christopher Nolan’ın her karesinde şov yaptığı bir yönetmenlik şaheseri olarak karşımıza çıkıyor. ‘Sürprizbozanlar’ yüzünden bu yazıyı filmi izleyenlerin okumasını rica ederim.
Savaş sırasında konuşmaya vakit yok
Odak noktasına 2. Dünya Savaşı sırasında İngiliz ve müttefik kuvvetlerinin 26 Mayıs’tan 4 Haziran 1940’a kadarki Avrupa’dan tahliyesini sağlamak amaçlı yapılan savunma savaşı olan Dunkirk Muhaberesi’ni alan filmde Christopher Nolan bizi bambaşka bir savaş filmiyle baş başa bırakıyor. Kısa süresiyle bütünlük hissi yaratmayı başaran Nolan’ın amacı savaşın herhangi bir yerinde kopan kollar bacaklarla savaşın ne kadar vahşi bir yer olduğunu göstermek değil. Nolan bize eğer savaşın ortasında siz olsaydınız beş duyu organınızla ulaşabileceğiniz kısımlarda nelere tanıklık edeceksiniz, onu gösteriyor. Bunu yaparken de her zamanki gibi normları yıkarak ana karaktere yer vermeyen Nolan, Hollywood filmlerinin yıllardır seyirciye aşıladığı savaş karakterlerinin vazgeçilmez kahraman ana karakter klişesini yerle bir ederek seyirciyi alışkanlıkların dışarısına çıkarıyor. Bu filmde ana karakter seyircinin ta kendisi. Filmi ana karakterlerden arındırarak bu boşluğa seyirciyi yerleştiren Nolan sayesinde savaşı sanki siz yaşıyorsunuz. İnsanlar alışkanlıklarının dışına çıkan şeyleri benimsemekte aşırı zorlanırlar ve başlarda kabul edemezler; işte sadece bu yüzden bile “Dunkirk” alışılması zaman alacak, son derece yenilikçi ve gerçek bir başyapıt niteliğinde. Filmi izledikten sonra Nolan’ın filmi niye Cannes Film Festivali’ne yetiştirmek istediğini gayet iyi anlıyorsunuz; filmi yapısıyla László Nemes’in hem Cannes’da hem de Oscar’larda ödül alan “The Son of Saul / Saul’un Oğlu”nun büyük bütçeli cephede geçen versiyonu olarak hissetmek mümkün.
Diyalogları olabildiğince azaltarak gerçekçi bir savaş filmine imza atan Nolan’ın yıktığı bir başka kural seyircinin savaş filmlerinden alıştığı laf kalabalığı senaryolardan ve çok bilmiş diyaloglardan yoksun olması. Felsefi konuşmaları bir kenara atarak tamamen amaca odaklanan usta yönetmen, seyircinin dikkatini bilerek gereksiz söz öbekleriyle bozmak istemiyor. Savaş sırasında konuşmaya vakit olmadığını hatırlatan filmi açıkçası “senaryosu yok” diye eleştirmek net bir şekilde senaryo yazımı hakkında bir şey bilmemek demektir. 76 sayfalık senaryosunda sahne geçişlerinden kamera açılarına kadar her şeyi kusursuz bir şekilde kağıda döken usta yönetmen farklı zaman yapısına rağmen filme senkron sorunu yaşatmıyor. Bilerek rahatsız edici bir şekilde kurgulanmış ses efektleriyle seyirciye aynı savaşın ortasındaki gibi hissettirmeyi başaran Nolan, Hans Zimmer’ın saat sesleriyle mikslediği mükemmel besteleriyle filmini patlama anına doğru yaklaşan bir saatli bomba misali ilerletiyor. Spitfire’ın çığlığı andıran seslerinden gemi batarken askerlerin çığlıklarına kadar her bir detayın kıyameti hissettiren tarafını tüm gürültüsüyle bizlere sunan Nolan, savaş sırasında askerlerin neler hissettiğini gerçekçi bir şekilde gösteriyor.
Kara, su, hava ve ateş
Savaşın sadece savaş alanında bitmediğini; cepheden çıkmadıkça tehlikenin birçok noktadan beklenmedik bir şekilde gelebileceğini korkunç örneklerle seyirciye sunan filmde yaşananlar ise kara, su, hava ve ateş olmak üzere dört farklı element üzerinden inceleniyor.
Dört farklı element üzerinden savaşı ele alan Nolan’ın kırdığı bir başka norm da diğer savaş filmlerinin aksine hikayeyi kendi imzası niteliğindeki doğrusal olmayan bir yolla anlatması. Filmi üç farklı zaman dilimine bölerek “Memento / Akıl Defteri”ni (2000) hatırlatan bir yol izleyen Nolan, karada geçen bir haftalık, suda geçen bir günlük ve havada geçen bir saatlik olayları atlamalı kurguyla bize sunuyor ve sonunda tüm olayları tek bir noktada birleştiriyor. Bunu yaparken aynı bir mühendis edasıyla farklı sahalarda geçen sekans zamanlarını hafta, gün ve saate oranlayarak dehasını konuşturan Nolan’ın sekans aralarına serpiştirdiği devamlılıkla ilgili detaylar saygıyı fazlasıyla hak ediyor. Bilerek seyircinin izlerken düşünmesini amaçlamış bu yapı, filme sadece farklı bir hava katmayı başarmıyor, aynı zamanda bir bulmaca hissi yaratarak farklı açılardan izleme şansı bulduğumuz sahnelerin ne kadar ustaca birleştirildiğine tanıklık ediyoruz. Karada başlayan hikaye en sonunda şok edici bir şekilde ateşin içinde bitiyor.
Tüm Nolan imzalarına rahatlıkla rastladığımız filmde Nietzsche’nin geliştirdiği, özellikle Böyle Söyledi Zerdüşt adlı eserinde açık bir şekilde tanımladığı felsefi terimlerden birisi olan “Üstinsan” (Übermensch) modelini odak noktasına alan Nolan karakteri ise bu sefer Mark Rylance tarafından canlandırılan Mr. Dawson. Havacı oğlunu savaşta kaybettiği için tüm erleri küçücük botuna rağmen kurtarmayı amaçlayan Dawson’ın gözlerindeki hüzün ve çaresizlik seyircinin yüreğine işliyor. Aynı önceki Nolan karakterlerinde olduğu gibi kurtardığı her askerde kendi oğlunu kurtardığını hisseden Dawson’ın “Bengi Dönüş” ve “Amor Fati” kavramlarının tüm özellikleri taşıdığını belirtmek gerek. Bu arada, Dawson’ın geçmişiyle ilgili bu bilgi verildiği sırada Tom Hardy tarafından canlandırılan Farrier karakteriyle Nolan’ın kafalarda meşhur soru işaretlerinden birini bıraktığını söylemeliyim.
Duygusal yakınlık klişesi yok
Filmin diğer karakterleriyle duygusal yakınlık kurmayı bilerek yasaklayan Nolan, bir başka Hollywood alışkanlığı olan filmlere duygusal yoğunluk ekleme klişesini de ezip geçiyor. Bu şekilde seyircinin, aynı savaşın ortasında birbirleriyle tanışan askerler gibi karakterlerle tanışmasını amaçlayan filmde, karakterlerin yaşadıkları ikilemler filmin bel kemiğini oluşturuyor. Farrier’in biten yakıtına rağmen savaşmaya devam ederek ve belki de binlerce kişinin ölümüne neden olacak uçağı vurduğu filmde 330.000 askere karşılık kendisi düşman tarafından ele geçiriliyor. Buna ek olarak Cillian Murphy tarafından canlandırılan, savaş yüzünden psikolojik açıdan yıkılmış askerin kazara ittiği ve ölümüne sebep olduğu George’un durumunu Dawson’a soruyor. Bunun üzerine Dawson, karakter psikolojik açıdan daha fazla yaralanmasın diye çocuğun durumunun iyi olduğunu belirtiyor. Bu şekilde aynı “Interstellar / Yıldızlararası”nda olduğu gibi dürüstlük kavramını odak noktasına alan Nolan, son sahnede de askerle Dawson arasındaki ilişkiyi daha ilginç bir noktaya getiriyor. Askerin kimsenin görmediği bir sırada ölümüne sebep olduğu George’un cesedini görmesine rağmen Dawson kötü hissetmesin diye bir şey söylemeden gittiğini görüyoruz. Bir nevi Dawson’ın önceki davranışına karşılık veren askerin bundan sonraki akıbeti seyirciye bırakılarak davranışların doğruluğunun sorgulanması sağlanıyor.
Askerler arasındaki ikilemler de bir o kadar şok edici. Askerlerin kendilerini demir alan kurtarma gemisine atabilmek adına yaralı bir askeri kullanması, bir Fransız askerin kaçabilmek uğruna ölmüş bir İngiliz askerin giysilerini alması, İngiliz askerlerin müttefik olmasına rağmen Fransızlara karşı olan ırkçı tavırları gerçekten düşündürücü. Öte yandan, filmdeki en vurucu sahnelerinden biri kuşkusuz, denizaltı saldırısının ardından tüm İngiliz askerlerinin hayatını kurtaran Fransız askerin, daha sonradan bindikleri karaya oturan geminin kalkabilmesi için kurban edilmesiyle verdikleri ölüm kalım savaşı. Askerlerin kendi canları uğruna birbirlerini feda ettikleri bu sahnede insanoğlunun hayatta kalmak uğruna neler yapabildiğine bir kere daha tanıklık ediyoruz. Dışarıdan gelen kurşunlar yüzünden açılan deliklere su dolmasıyla boğulma tehlikesi yaşayan askerlerin hayatta kalma mücadelesi gerçekten soluk kesiyor ve düşündürüyor. Bunu yaparken militarist tutumu olabildiğince aşağıda tutan Nolan, yeni bir anti savaş filmine imza atarken finalde yer verdiği, Churchill’in askerî hata yaptıklarına ve barışa dair cümleleriyle filmi daha evrensel bir olaya bağlamayı başarıyor. Aslında Nolan vermek istediği mesajı tek bir cümleyle Dawson’ın ağzından da bizlere belirtiyor: “Savaşı benim yaşımdakiler çıkardı, neden savaşa oğullarımızı gönderelim ki?”
Eve gidememenin karamsarlığı
Asker psikolojilerini Hoyte van Hoytema’nın Oscar’lık görüntü yönetiminin hakim olduğu sahnelerle seyirciye yansıtan filmin en can alıcı sahnelerinden biri de torpido sonrası yaşananlar. Askerlerin boğulmamak için verdikleri can savaşı o kadar gerçekçi ve acı verici ki izlerken nefessiz kalıyorsunuz. Geminin batmasının ardından askerlerin tekrardan karaya çıkışıyla başlayan depresif bekleyiş sekansı ise filmin zirve noktalarından biri. Hoytema ile Nolan film boyunca eve gidememenin karamsarlığını havanın şartlarıyla birleştirerek veriyorlar. Fakat bu sahnenin diğer sahnelerden en önemki farkı renk tonlarının fazlasıyla soluk olması. Aynı askerlerin içinde bulunduğu ruh hali gibi. Dalgaların kayıkları anında geri döndürdüğü, cesetlerin kıyıya vurduğu, hatta bir askerin ölmek pahasına suya atlayıp yüzmeye başladığı bu sahnede tüylerimin diken diken olduğunu belirtmeliyim. Zimmer’ın ıssız bestesinin de yardımıyla herhalde bir psikolojik betimleme görsel açıdan ancak bu kadar güzel resmedilebilirdi.
Teknik açıdan da kalitesinden ödün vermeyen Nolan’ın her karesini incelikle işlediği filmin özellikle kokpit sahneleri Orson Welles’in “Citizen Kane / Yurttaş Kane”i anımsatan kamera açılarıyla yıllar sonra film okullarında ders olarak okutulacak düzeyde. Özellikle kokpit içi, kuyruk ve kanat açıları sayesinde ilk defa bir uçuş sahnesini bu kadar gerçekçi ve organik bir şekilde izleme şansı buluyoruz. Ayna açısından kokpit önü pervanelerine kadar tüm hünerlerini sergileyen ünlü yönetmenin gemi batma sahneleri de bir o kadar yenilikçi. Kamerayı geminin sancak tarafına sabit bir şekilde koyan Nolan’ın sancak tarafına yaslanarak batma sahnesini sanki sular yükseliyormuş gibi çekmesi tek kelimeyle dahiyane. Buna ek olarak Farrier’in iniş takımlarını açarken Nolan’ın tek plan çekime yer vermesi ve Michael Caine’in sesini filmin başlarında Farrier’e komut verirken duymak gibi detaylar oldukça hoş olmuş.
Özetlemek gerekirse, Hollywood’un klasik savaş filmi alışkanlıklarını tek tek kırarak fazlasıyla yenilikçi bir savaş filmi ortaya koyan “Dunkirk”, seyircinin algısını değiştirecek gerçek bir başyapıt niteliğinde.
Ana karakter kuralını yerle bir ederek savaşın ortasına seyirciyi koyan Nolan’ın filmde kullandığı kamera açıları ise yıllar sonra sinema derslerinde kullanılacak derecede çığır açıcı. Teknik açıdan hiçbir kusuru bulunmayan, özellikle ses kurgusu nasıl yapılır konusunda ders veren usta yönetmen, yine film gibi film yaparak sinema tarihinin neden en önemli yönetmenlerinden biri olduğunu tekrar gösteriyor.
Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign’in 37. sayısında yayımlandı.