JR. by Campaign

Mutlu olmak mı zor, mutluluğu fark etmek mi?

Gitmekle kalmak arasına sıkışmış bir nesil olarak kendimize en fazla sormamız gereken sorulardan biri belki de bu.

Aslı Balkan

PR & Pazarlama Uzmanı

 

 

Sıkışık bir sokakta ilerliyoruz, yanımızdan insanlar geçiyor, hedefimiz ise uzakta birkaç saniye sonra yeşilden kırmızıya dönecek olan ışık, son bir sıçrama ile hızımızı azaltmadan ilerleyen şanslı gruptan oluyoruz. Bir kuyuya doğru sürükleniyoruz…

Bizi kirpiğimizdeki güneş ışığını bırakarak karanlık metro merdivenlere teslim ettiren ne?

Hıza inat, şöyle durup bir dakikalığına da olsa başımızı kaldırmaktan alıkoyan?

Hakikaten ne!

Mutlu muyuz diye düşündürmeden “durursak düşeriz” mottosunu hedef yapıp güzel tatilleri, mavinin rengini, havanın tonunu masaüstü arka planı yaptıran?

Sahi mutluluk demişken en son ne zaman “durdunuz?”

Her kısa molada okunan kitaplar bile bir amaca yönelik, sebepli sonuçlu bolca notlu, yazılı çizili.

İçinde bulunduğumuz toplum zamanı, küresel dünya; gitmekle kalmak arasına sıkışmış nesiller yaratıyor (bu konuda geçtiğimiz aylarda gerçekleşen TEDx konferansında Aslı Şafak’ın konuşmasını dinlemenizi tavsiye ederim), burada yapamıyor başka yerde kök salmaya çalışıyoruz. Hal böyle olunca da akıl başka, kalp başka kökleri yuva yapmaya çalışıyor. Michael Foley’in “Saçmalıklar Çağı” kitabında da değindiği gibi “Bugünlerde insanlar, ciddi ve gizemli gözlerle ‘gitmek istiyorum’ diyorlar ama tutup nereye ve niye diye sorduğunuzda gizem eriyip yüz buruşturmalı anlamamaya dönüşüyor. Çünkü orada belli bir şey görmeye yönelik yakıcı bir arzu değil sadece gitmek, hareket halinde kalma isteği var. Tıpkı köpek balıkları gibi, yaşamak için harekette kalmak durumundayız ve yine köpek balıklarındaki gibi yüzgeç sahte ama dişler gerçek.

Mutluluğu bulmak için gitmek belki bir çözüm. Tabi mutsuzluğu içinizde götürmediğiniz sürece…

Yıllarca psikolojik olarak sorunumuzun ne olduğa, kıvrandığımız depresyon, travma ve bağımlılığın sebeplerine odaklandılar. Şimdilerde ise pozitif bir gelişme olarak sosyal ve bilim insanları bizi neyin mutlu edeceğine odaklanmayı seçiyor. “Mutlu bir birey olmak” uzun, kısa, sarışın gibi tamamen kalıtımsal bir özellik değil. Araştırmalar; mutlu olma sebeplerinin yarısını genetik faktörler ve çocukluktan gelen duygusal alışkanlıklara bağlasa da diğer yarısını günlük aktivitelere/an’lara bağlıyor. Yani günlük aktivitelerimizde düşünce yapımızı değiştirerek daha mutlu olmamızın önünde herhangi bir “kaderci” engel yok.

Bugünlerde yalnızlık tercihleri depresyon, içine kapanık olma, asosyallik ve kesinlikle tedavi edilmesi gereken bir problem gibi yansıtılıyor.

Mutluluk/mutsuzluk tedavisi teşhisi haplardan geçen “plasebo hastalıklara” dönüştü. Pek çok kişi bir hobi edinmek, çimene basmak, göğün duraklarını keşfetmek yerine hemen herkesin bildiği tavsiye haplarda çözüm arıyor. Sohbet hapları…

Çözüm bakış açısında aslında, çevremizde gün içerisinde başımıza gelen tüm olaylar kendi içerisinde göreceli bir sonuç içeriyor. Negatifi de seçebilirsiniz, pozitifi de… Bu noktaya kadar, geçmişten bugüne kendimizde beslediğimiz ne varsa devreye sokuyor ve bir kanıya varıyoruz. Can Aydoğmuş pozitif enerjinin serin sakinleştirici, negatif enerjininse yakıcı sıcaklıkta olduğunu belirtiyor, mutsuzluğa odaklanmak kişinin çevresine ve en önemlisi kendisine zarar veriyor.

V. Medvec, S. Madey ve T. Gilovich’in  “When less is more: Counterfactual thinking and satisfaction among Olympic medallists” araştırmasında, olimpiyatlarda 2. olan yarışmacının 3.’den daha mutsuz olmasının sebepleri üzerinde duruluyor. Tamamen bir görecelilik esasında. 3. olan yarışmacı kalabalıklara en yakın basamakta başarısının farkındayken, 2. yarışmacı geride bırakarak 2.liğe yükseldiği onca kalabalığı görmezden gelerek, 1. ile arasındaki ince çizgiyi görmeyi ve 1. olamadığı için mutsuz olmayı tercih ediyor.

O kadar başarı arasında mutsuz olmak için “neyi başaramadığına” odaklanmayı seçiyor.

Tanıdık geldi mi:)

Kişisel gelişim, enerji seansları ile tüm potansiyelimizle “ben” olmaya çalışıyoruz. Kaybettiğimiz “kendimizi olduğumuz gibi sevmeye” çalışıyoruz. Eksilerimizi artılarımıza katarak kocaman bir aynaya davet ediyoruz yeni ‘ben’imizi.

Tüketim toplumunda herhangi bir şeye (nesne/başarı/kişi ) olan arzumuz dokunmaktan bağımsız olarak hayran kaldığında perçinleniyor. Tükettiğimiz her şey ekranlardaki gerçeklikler arasında yer bulamadıkça var olmamış sayılıyor, her çanta her ürün hatta ünlüler bile yanımızda kameralara gülümsedikçe parlak bir ekran anısı olarak kalıyor. Ertesi güne, bir adım sonraya saklayamıyoruz. Elde etmek hemen sonrasında yeni bir “arzu nesnesi” bulmamıza sebep oluyor (Schopenhauer’un dediği gibi).

Güzel bir ev ve iyi bir araba mutluluğun kapısını aralasa da anahtarını mesailer, cumadan pazartesiye yetişmesi gereken işler tutuyor. Şirketlerimiz spor salonları, hobi grupları ile yeni birer evimiz, yaşam alanımız haline geliyor. Hal böyle olunca da mutluluk üzerinde düşünülmesi ayrıca çalışılması için de çabalanması gereken bir “iş”e dönüşüyor.

Bu kargaşada bedeni güzelliklerle beslemek (her yönü ile) mutluluğun temel çıkış yolu. Aklı, kulağı, mideyi, ağzı güzelliklere açmak/beslemek. Akademisyenler, eşyalar yerine deneyimlere yatırım yapan insanların daha mutlu olduğuna değiniyor. Taşınamayacak kadar büyük anılar için beyin çok güzel bir bavul, tüm güzel saniyeleri resmeder iyice saklar, yüzde bir tebessüm ile dünyanın her yerine sizinle gelir.

Tüketim dünyasında her şeye sahip olmak çok kolay, sınırsız talepler arasında tüm materyallerden bağımsız olarak mutluluğu yaşanan an’larda bulmak romantik bir söylem gibi görünse de işe yaradığı kesin.

Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Mayıs 2017 sayısında yayımlanmıştır.