Bir Filmekimi’ni daha iyisiyle kötüsüyle geride bıraktığımız bu sene festivalde öyle beş film vardı ki; hepsi uzun süre daha konuşulmaya devam edecek.
Filmdoktoru.com
Yılın en tartışmalı filmi mother! / anne!
“Noah” ile beraber din temalı sulara giriş yapan ve ateist olmasıyla öne çıkan yönetmen Darren Aronofsky’nin yeni filmi “mother! / anne!”, kuşkusuz yılın en tartışılan filmlerinden biri olmaya şimdiden aday. Aynı “Noah”da olduğu gibi görsel gücünü dini kitaplardaki mitlerden alan Aronofsky’nin şu ana kadar yapmış olduğu en kişisel filmi olma özelliği taşıyan filmde her ne kadar metaforik bir anlatım tercih edilmiş olsa da yönetmenin özel hayatını takip edenlerin az çok tahmin edebileceği öğelere yer veriliyor. Javier Bardem’in oynadığı karakterin Aronofsky’nin kendisini temsil ettiği filmde ünlü yönetmen kendini bir nevi hayatındaki kadınların sevgisini yeni eserler, şan ve şöhret için sonuna kadar sömüren bir birey olarak seyirciye sunuyor. Aronofsky’nin ayrıldığı eşi Rachel Weisz’a çektirdiklerini bizzat mecazi bir şekilde deneyimleme şansı bulduğumuz filmde yer yer öz eleştiri olarak adlandırılabilecek sahnelere rastlamak mümkün; fakat açıkçası Aronofsky’nin tüm yaşananlara rağmen sonunda güldüğü sahneyle ne yazık ki film oldukça seksist bir kıyıya demir atıyor. anne!, her ne kadar yönetmenin kendini affettirme çabası olarak görülebilse de karakterin yaptıklarından çok da pişmanlık duymayıp filmde yaşanan olaylara yeni bir partnerle gülerek yeniden başlaması net bir şekilde Aronofsky’nin narsist yapısının dışavurumu olarak yüzümüze sırıtmakta. Övgüye dayanamayan yapısıyla hayranları için çocuğunu bile kurban etmeye hazır karakterle ürkütücü bir hal alan yönetmenin kadınlara bakış açısının pek de olumlu olduğunu söyleyemeyeceğim. anne!’nin asıl sorunu ise bu değil. Defalarca işlenen Adem ile Havva, oğulları Habil ve Kabil metaforları yine kullanmaktan çekinmeyen Aronofsky, Jennifer Lawrence’ın karakteriyle bir nevi yaratıcı görevi üstlenmesi, insanlığın barbar kişiliğiyle aynı Hz. İsa’ya yaptıkları gibi doğan bebeği göklerde kurban etmeleri biz de başka bir “Noah” hissi uyandırıyor. İşin kötü tarafı ise bunu olabildiğince sürreal hissettiren, diyaloglar arasında mantığın m’si bulunmayan, yaşanan olayların nedensiz bir şekilde gerçekleştiği dini motiflerle süslü kakafoniyi andıran bir senaryoyla yapmaya çalışması. anne!’nin oldukça deneysel bir film olduğunu söylemek mümkün; Aronofksy için de ne kadar kişisel olduğu ortada; fakat organik hissedilmeyen yapının sinema için pek hayra alamet olduğunu düşünmüyorum.
Altın Aslan galibi Oscar diye yalvaran The Shape of Water / Aşkın Gücü
Venedik Film Festivali’nde aldığı Altın Aslan Ödülü ve övgülerle adından söz ettiren Guillermo del Toro’nun yeni filmi “The Shape of Water / Aşkın Gücü” için beklentileri yükseltmemekte fayda var. Çünkü karşımızda gücünü klişeleşmiş Spielberg formüllerinden alan tipik bir Hollywood filmi bulunuyor ve eğer benim gibi siz de “Pan’s Labyrinth / Pan’ın Labirenti”ni (2006) beğenenlerdenseniz Aşkın Gücü’ne yazık ki sizi tatmin etmeyecek. Oscar’a özel belirli formülleri kullanarak ilgi çekmeye çalışan filmde yem olarak tasvir edilebilecek her şey mevcut. Cinsel yöneliminin hikayeye hiçbir katkısı bulunmayan bir eşcinsel karakter, temizlik işlerini yapan Afrika ve Meksika (Trump döneminde yaşananlar vb.) uyruklu hizmetçiler, ırkçılık yapan homofobik beyaz bir garson, nedensiz yere dünya dışı varlığı öldürmek isteyen ve sınıf ayrımcılığı yapan beyaz bir asker, eski Hollywood müzikallerine yapılan göndermeler, Soğuk Savaş dönemi ve seyirciyi tatmin etme amacıyla hazırlanmış fazlasıyla tahmin edilebilir bir olay örgüsü ve son. Akıl sınırlarını zorlayan dev gibi odayı suyla dolduran küvet sahnesinden bahsetmiyorum bile. Filmi tek başına değerlendirdiğimizde aslında oldukça güzel bir “iyi hisset filmi” olduğu görülüyor. Üstüne üstlük teknik açıdan da oldukça güzel bir şekilde kotarılmış; fakat filmin seyircide uyandırdığı “biz bu filmi bir yerden izledik” hissi yer yer ağırlıkla hissedildiği gibi bir yerden sonra Spielberg’in “E.T. the Extra-Terrestrial” (1982) başyapıtını akıllara getiriyor. Karakter ilişkileri bakımından da Hans Christian Andersen’ın ikonikleşmiş masalı “Küçük Deniz Kızı”nı (1837) referans alan film, kısaca özgünlükten oldukça uzak. Bu yüzden Aşkın Gücü’yle Pan’ın Labirenti arasında dünya kadar fark olduğunu söyleyebiliriz. Filmin öne çıkan tarafları ise seyircide bıraktığı mutlu hissin yanında Sally Hawkins’le Richard Jenkins’in performansları. Hawkins’in dilsiz bir hizmetçiyi oynadığı filmde oyuncu, fazlasıyla doğal ve güçlü bir performans sergilerken Jenkins ise sınırları zorlayarak karakterine farklı bir hava katmayı başarmış. Öte yandan, Michael Shannon ve Octavia Spencer’ın performansları da oldukça başarılı ama Shannon yine aynı Shannon, Spencer da aynı Spencer. O yüzden ne yazık ki pek yorum yapamayacağım. Aşkın Gücü, Oscar’larda adından çokça söz ettirecek bir yapım olmakla beraber Del Toro’nun da 2006’dan beri yaptığı da en başarılı film belki, ama klişe hikayesiyle sinema tarihine damga vurmaktan epey uzak.
Altın Palmiye galibi yılın en iyi filmlerinden biri olan The Square / Kare
“Force Majeure / Turist”le adından söz ettiren Ruben Östlund’un Altın Palmiye kazanan yeni filmi “The Square / Kare”, bu yıl izleyeceğiniz en eğlenceli ve en kaliteli filmlerden biri. Halka mal olmuş, tek yaşayan iki çocuk babası bir müze müdürünün başından geçen tuhaf hikayeleri konu alan film, mizahi yapısı ve hikaye akışıyla şahane bir İsveç sinema örneği. Üst metinde sanatın ne olduğu kavramını sorgulatan filmin alt metninde ise insanların birbirlerine karşı olan ön yargılarının ne gibi sonuçlar doğurduğuna dikkat çekiyor. Özellikle cinsiyet, sınıf, yaş ve ırk ayrımcılığına değinen filmde kadınlarla erkeklerin, fakirle zenginin, farklı milletlerdeki insanların birbirlerine olan ön yargılarının toplumda ne gibi sorunlara neden olduğunu mizah dozu yüksek olaylarla bizlere sunuyor. İki buçuk saate yakın süresine rağmen seyirciyi asla sıkmayan Östlund’un tesadüfi olayları bir araya getiriş biçimi fazlasıyla doğal ve inandırıcı. Filmde ilginç bir röportaj verdikten sonra çığlık atan bir kadına yardım etmeye çalışırken cüzdanını ve cep telefonunu çaldıran Christian’ın hayata bakış açısı ne kadar olumlu da olsa zamanla ön yargılarının onu ele geçirmeye başladığını görüyoruz. Fakirlere yardım etmeyi amaçlamış, düşünce özgürlüğünü savunan, çocukları seven ve kadınlarla arası her zaman iyi olan Christian’ın ön yargıları aslında seyirci olarak bizlerin de ön yargıları oluyor. Fakat bunda kesimlerin paylarının çok olduğunun altını çiziyor Östlund. Yönetmenin filmde kullandığı en ilginç örnek ise dilenciler. Filmde çoğunlukla yer verilen dilencilerin yardım etmeye başlandığı anda küstahlaşmasıyla toplumların nasıl kendilerini bitirdiklerinin alegorisi yapılıyor adeta. Öte yandan, büyük küçük herkesin hisleri olduğunu ve dinlememiz gerektiğini söyleyen filmde Christian’ın yanlışlıkla hırsızlıkla suçladığı küçük çocuğun onurunu koruma savaşı oldukça trajikomik bir örnek olarak bize veriliyor. Christian yüzünden ailesi tarafından ceza verilen küçük çocuğu dinlemeyen Christian’ın filmin finalindeki manifestosu aslında bir nevi filmin özeti görevi görüyor. Düşünce özgürlüğünün sınırları olmalı mı veya sanatı sanat yapan şeyin neler olduğu gibi soruları düşündüren filmde Östlund, ikilemler üzerinden bizlere komik ve çoğu zaman beklenmedik derecede tuhaf bir seyir keyfi sunuyor. Kesinlikle izlenmesi gereken yılın en başarılı filmlerinden biri.
Senaryo dersi veren Venedik Film Festivali senaryo ödülü galibi Three Billboards Outside Ebbing, Missouri
“In Bruges” sayesinde bir anda kendine özel bir yer edinen Martin McDonagh, kuşkusuz sinema endüstrisinin en iyi yazarlarından biri. “Seven Psychopaths / Yedi Piskopat”la her ne kadar In Bruges’un kalitesine yaklaşamasa da yine kalitesini gösteren McDonagh’nın yeni filmi “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri / Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri”, sadece yönetmenin değil yılın da en iyi filmlerinden biri olarak listelere giriyor. Film birkaç ay önce tecavüz edilip öldürülen kızının katillerini hala arayan bir annenin Missouri çıkışındaki üç panoya astırdığı hesap soran ilanların etrafında dönüyor. Yılın en güçlü performanslarından birini sergileyen Frances McDormand tarafından canlandırılan Mildred Hayes’in adalet arayışına ortak olduğumuz hikayenin hedefinde ABD’deki adalet sisteminin açıkları bulunuyor. Kanıt olgusunun oldukça yüksek yerlerde tutulduğuna dikkat çeken filmde insanların ne kadar kolay bir şekilde suç işleyebileceğini görüyoruz. İnsan haklarının ne kadar korkunç bir şekilde ihlal edildiği bu düzende McDonagh, bir tecavüzcünün tecavüzcü olabilmesi için şahsın neden bu suçu ülke içinde işlemesi gerektiğinin cevaplarını arıyor. ABD’nin Irak, Afganistan ve Suriye’de ilerlettiği politikaların ülke içinde işlediği suçlardan farksız olduğunu ileri süren filmin cesur tavrı gerçekten takdire şayan. McDonagh’ın fazlasıyla doğal ve sürükleyici bir şekilde kaleme aldığı senaryoda yasal hakların bile devlet tarafından korunmadığı ve azınlıklara karşı yapılan aşırı polis şiddetinin yarattığı sonuçları mizahi bir şekilde ekrana yansıtıyor. İnsan haklarını korumak uğruna yaratılan yasaların insan haklarını nasıl ihlal ettiğini gösteren yönetmenin defalarca işlenen bu tarz konuları bu kadar özgün bir şekilde sayfalara dökmesi filmin neden yılın en iyilerinden biri olduğunun özeti niteliğinde. Sam Rockwell’ın performansıyla parladığı filmde ırkçı bir anneye sahip olan polis memuru Jason karakterinin zamanla değişen adalet anlayışı gerçekten yüreğinize işliyor. Üç Billboard Ebbing Çıkışı, Missouri, aslında sistemin yanlışlıklarını kah orta yaşlı birinin 19 yaşında bir sevgilisi olması, kah bir cücenin insanlar tarafından nasıl küçümsenmesi, kah suç işlemek için yasal açıkların net bir şekilde ortada olduğunu gösteren örnekler üzerinden anlatan yılın en iyi filmlerinden biri. Öte yandan, yine bir In Bruges değil tabii… Onu da belirtmekte fayda var.
Cannes Film Festivali senaryo ödülü galibi modern Yunan Tragedyası The Killing of a Sacred Deer / Kutsal Geyiğin Ölümü
Antik Yunan tragedyalarının modern zamanımızdaki temsili Yunan yönetmen Yorgos Lanthimos’un 2015 yılında imza attığı başyapıtı “The Lobster / Istakoz”, kara mizahlı ilginç bir distopik tragedya örneğiydi. Bu seneki yeni filmi olan “The Killing of a Sacred Deer / Kutsal Geyiğin Ölümü”, mizahi değerlerinden çoğunlukla arındırılmış gerçek bir Antik Yunan tragedyası olarak öne çıkıyor. Yılın belki de en sert filmlerinden biri olan Kutsal Geyiğin Ölümü, finaliyle her ne kadar Michael Haneke’nin “Funny Games”ini andırsa da yararlandığı dünya dışı öğeler filmi bu sefer mitolojik bir düzleme itiyor. Adeta Euripides’in “Iphigenia Aulis’te” tragedyasını filmleştiren Lanthimos, ülkesinin geleneklerini modern bir dünyaya uyarlayarak gerçek bir saygı duruşunda bulunuyor. Başarısız bir ameliyat sonucunda üzerine bir lanet çöken Steven Murphy’nin Agammemnon’u temsil ettiği hikayede aynı Agammemnon’un kızı Iphigenia’yı Tanrılara kurban etmesi gerektiği gibi Murphy’nin ailesini korumasının tek yolu ailesinden birini kurban etmesi. Murphy’nin Oidipus’a benzer kaderi seyirciye izlemesi zor bir sinema tecrübesi yaşatırken Lanthimos bizlere insanların ne kadar bencil varlıklar olduğunu bir kere daha gösteriyor. Filmin destek aldığı dünya dışı örnekler her ne kadar filmin realist izlenimi veren tonuna ters düşse de gücünü mitolojiden alması sebebiyle bir süre sonra yadırgamamaya başlıyorsunuz. Yavaş yavaş o korkunç sona doğru ilerleyen filmde Lanthimos’un imzası niteliğinde monoton diyaloglar bir süre sonra bir oyun sahnesini hatırlatıyor. Kutsal Geyiğin Ölümü bir Istakoz değil belki ama yılın en sert filmi olduğu kuşkusuz.
Bu yazı ilk olarak JR. by Campaign Ekim 2017 sayısında yayımlanmıştır.